Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Duvara karşı

Birbirimizi yalnız bıraktığımızda her şey o duvara çarpıp yere düşecek. Yol uzun, hak mücadelesi bir kazancın ve kaybın hanesine yazılı değil. Yanınıza bir karga, uzun bir bıçak ve adalet için haykıran insanların seslerini alarak yürümelisiniz.

Yıllardır en çok gördüğümüz üst başlık “adalet istiyoruz.” Bu adalet isteğinin çok geniş bir zemini var, aklınıza gelebilecek bütün durumlar için geçerli olabilecek kesintisiz bir hak çağrısı.

Hani ülke haritalarını bazen seçimleri, eğilimleri anlatabilmek için renklendiriyorlar ya, öyle yapsak belki de bütün şehirlerden ve kasabalardan ve köylerden yükselen adalet çağrısının bütün ülkeyi kapladığını görebiliriz. Yüksek sesle dile getirilen bir hak talebi aslında onu elde etmek için bütün hukuki yolların yüründüğünü ve bir sonuçsuzlukla karşılaşıldığını gösteren bir şey. Adalet istiyorum, çünkü başvurduğum mahkemelerden sonuç alamadım, adalet istiyorum, çünkü sesimi kimseye duyuramadım.

Yaklaşık böyle bir şey. Toplumsal boşluğa bırakılmış bir ses, hem fiziksel mekanda hem anlamsal mekanda yankılanan seslerin tuhaf bir çizgisi var, yayılıyor, genişliyor, daralıyor, üst üste biniyor ve bir lanet muskası gibi usulca gelip boynumuza dolanıyor. Adalet istiyoruz denildikçe zaten onu yerine getirmekle yükümlü olan ve aslında belki de varlık sebebinin bu olması gereken yönetim, çoğu zaman bir cevap bile vermeye tenezzül etmediği gibi, sesten rahatsız olunca kendi adına kolluk kuvvetlerini gönderip adalet isteğine esaslı bir cevap patlatıyor.

Bu kesintisiz çığlığın azaldığı, ciddiyetle karşılık verildiği tek bir durum bile yok. Bir deli tarafından dizayn edilmiş gibi amorf ve grotesk görünen ülke misafir odasında nasıl ikna edildikleri belirsiz yurttaşlar korosu, devlet ne yapsa ama ne yapsa, onu haklı çıkarmak için adadıkları ömürlerini, misafir odasına ses girmesin diye duvarlarına ve yerlerine yapıştırıyorlar ve harf, söz ve ses sarfiyatından başka bir halta yaramayan yayınlarıyla insan varlığının alçalma derecesi hakkında rekorlar kitabına girebilecek bir skoru sürekli sürekli aşıyorlar.

Adalet diye bağıranlarla ufacık bir duygusal ortaklık kuramadıkları için de, sahipleriyle birlikte bu adalet seslerini tekrar edilmekten anlam dışılaşmış, gerçekliğini çoktan kaybetmiş bir terör analizinin içine gömüyorlar. Bir süre o sesler orada milli bir sıvıyla bekletilecek, sonra kanda kavrulup çıkarılıp yüzümüze tutulacak. Bu kadar yaratıcılıktan yoksun, iliklerine kadar yalana bulanmış ve millet azıcık aklını başına alsa, sopayla kovalayacağı bu grotesk takım, ülkenin baş köşesinde oturup toplu ahkam kesiyor. Hiçbirinin hiçbir zaman tekil bir sesi olmamış, kendilerinin kim olduğu hakkında kısacık bir zaman bile düşünmemiş, hüküm veren sesin kıyısında geçirdikleri hayat yüzünden hem zihnen hem duygusal olarak kötürüm kalmış bu oturma takımı, bir çeşit öncü kuvvetler olarak üzerimize yürüyorlar.

Bunlar bir duvar, bütün acı çekenlerin önüne sıralanmış tuğla parçaları, hak talepleri nereden yükselirse oraya dizilip, seslerin kendilerine çarpıp etkisizleşeceği bir mekanizmayı harekete geçiriyorlar. Bir panzerin ezdiği beş yaşındaki çocuk için, “tavuklar gibi dışarı bırakmasınlar onlar da” dediklerinde devletle zulme uğrayanların arasına ördükleri duvar görevini yerine getirmiş oluyorlar. Aklınıza gelebilecek bütün hak ihlalleri için açıklamaları var, adalet istemini bir karnabahar çeşiti sanıyorlar ve devlete yönelmiş her makul soruyu, kriminalize hale getirdikten sonra boşluğa yayıyorlar.

Kimse umurlarında değil, içine doğdukları bir toplumda insanların bir etik çerçevede, yasal düzlemde yaşama isteklerini, eşit yurttaşlık taleplerini, çocukları için sadece bir mezar isteyenleri, cezalandırma sisteminin irreel boyutuna dikkat çekip daha makul bir sistem için mücadele edenleri, herkesi herkesi düşman sanıyorlar. Kimse umurlarında değil. Bir acıya acı çekenin tarafından bakmak öğretilmemiş onlara, hep yumruk atanın eline yapışmışlar, gönüllü bir biçimde kendi türlerinin soykırımına yakıt sağlıyorlar.

Adalet istiyoruz seslenişinin gerçekleşeceğine inançla yapılmadığını biliyoruz, ısrarla haykırmanın hedef kitlesinin mahkemeler olmadığını biliyoruz, onlar bir haksızlığı görünür kılmayı sürdürerek aktif bir yurttaşlık biçimine çağrı yapıyorlar. Onlar bizi çağırıyorlar. Araya dizilmiş ruhsuz duvarı sadece bizim yıkabileceğimizi biliyorlar. Onlar bizi çağırıyorlar, oturduğumuz yerde bir gecede, birileri tarafından düzeltilmeyecek bir sistemin içinde olduğumuzu söylüyorlar.

Seçebilmek için seçilmiş olmak gerekir demişti biri, seçebilmek için sadece zorunlu seçmelerden oluşan bu test biçiminden kurtulmamız gerekiyor. Bunu yapacak olan biziz diyor o sesler. Onlar bizi çağırıyorlar. O sesler ve biz varız sadece. Başka bir şey yok, koskoca dünyada sadece o sesler var, her yerden yükseliyor, birbirimizi yalnız bıraktığımızda her şey o duvara çarpıp yere düşecek. Yol uzun, hak mücadelesi bir kazancın ve kaybın hanesine yazılı değil, yol uzun, bir zamanlar dediğim gibi yanınıza bir karga, uzun bir bıçak ve adalet için haykıran insanların seslerini alarak yürümelisiniz. Ekmeği kuşlar nasılsa getirecek. Suları yağmur. Yol uzun.


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi