Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Düşünmek istemiyorum

Son uygarlığımızın kilit cümlesi, “düşünmek istemiyorum.” Hepimiz, kendimizi yatıştırmak için bir yol bulmak zorunda kalıyoruz, görmezden gelmek, tanık olmamak için yol değiştirmek ya da canımızı sıkan şeyleri düşünmemeye çalışmak.

Yaz günlerini durduğum ya da hatırladığım yerlerde çok seviyorum. Gittiğim yerlere herkesin gitmesini sevmiyorum, tatil olunca yollara dizilmiş arabaları, sıcağın ortasında eğlence arayanların gürültüsünü, bir yere gitmenin bütün içeriklerini boşaltan yaz paketlerini, dükkânların önünde birilerinin yediği mısırları, arka tarafta kadın ve çocuklardan oluşan bir grubun soyarak, pişirerek hazır etmesini görmeyi sevmiyorum. Ne güzel diye bakılan şeylerde başka şeyler gördüğüm için neşelerine ortak olamadığım insanların canını sıkmayı da sevmiyorum. Çünkü elden bir şeyin gelmediği, yapılacak bir şeyin olmadığı bütün durumlar için kullanılan mantıklı argümanları kullanmak zorundalar, görmezden gelmek durumundalar. Haklılar da, böyle yaşamak çok ağır çünkü.

Bu giriş tatilinizi burnunuzdan getirmek için değil -ya da gelsin, burasıyla ilgilenmiyorum-, beni yaşayabilmenin tek koşulunun bazı şeyleri görmezden gelmek, üstünde fazla durmamak kısmı ilgilendiriyor. Başka türlü kimse nefes alamayacağı için, yarım düşünmek denilen bir tekniği hayata, geçirmek zorundalar, çünkü çoğunluk ne zalim, ne kayıtsız işleyişe. Adalet denilen şeyin hiç olmadığını gösteren şeylere baktıklarında onların da yanıyor canları. Anlatma diyorlar, mezbahaya götürülen bir dananın gözyaşlarından söz edildiğinde, anlatma, düşünmek istemiyorum. İşte son uygarlığımızın kilit cümlesi, “düşünmek istemiyorum.”

Düşünmek istemiyorum, çünkü o zaman bir şey yapmanın çağrısını işitiyorum, düşünmek istemiyorum, çünkü acı çekmek istemiyorum. Bu durumda hepimiz, kendimizi yatıştırmak için bir yol bulmak zorunda kalıyoruz, görmezden gelmek, tanık olmamak için yol değiştirmek ya da canımızı sıkan şeyleri düşünmemeye çalışmak. Benim çevremde en sık rastladığım refleks bu sanıyorum, acıdan sakınma ve fazla düşünmemeye çalışarak bir nefes koridoru oluşturarak hayatta kalmayı mümkün kılma. Bunu anlıyorsak ve Alman dışavurumcuları gibi “ah insanlık” diyerek merhamet gösteriyorsak bu olma haline, kimse dürüstlükten ve hakikat arayışından söz etmesin diyeceğim nazikçe, ilksel bir yerden bozulduğumuzu kabul ettiğimizde ve gözümüzün önünde vuku bulanlara dayanıksızlığımız yüzünden hayatı bir çeşit oyalanma sanatına çevirmişsek, Trakyalı hizmetçi kadının gökyüzünde hakikati arayan felsefeciye, sen önce yerde olana bak diyerek attığı meşhur kahkahasına hak vermeli, onu bilgiye uzak kitleyi küçümsemek için kullanan felsefe tarihine “hadi oradan” diyebilmeliyiz.

Bir dayanıklılığa çalışıyorum, bize hep tersini öğrettikleri dünyada en zor olan şeye, dayanıklılığa, çok sevdiğim masallarda yolda başına çok zor şeyler gelen ve onlarla başa çıkınca varoluşunu tamamlayan figürler gibi. Kendimi en zayıf yerimden, acıma duygumu konfora dönüştürdüğüm her noktadan bıçaklamak istiyorum. Çünkü dünyanın böyle olmasının nedeni sadece kötülük yapma yeteneğine sahip insanlar değil, kendi canavarca varoluşuna, koşullara uyum sağlama yeteneğine arkasını dönmüş olan insanların eziyetten kaçacağım diye eziyetlerin pek çok türüne gözlerini yumdukları o sonsuzlaşmış nokta.

Nasıl tabağımıza pişirilerek gelen etleri çatalla bıçakla yememiz, bizi başka canlıları parçalayan diğer canlılardan daha rafine yapmıyorsa, kendi zayıflığımızı duyarlık haline getirdiğimiz hiçbir nokta da daha iyi hale getirmiyor.

Bir dayanıklılığa çalışıyorum, ruhumu bu dünyadan kurtaracak bütün meselleri yeniden okuyorum, yüzünün yarısı yanmış bir çocuğu şefkatle sevebilen Goha hanımın yüreğini anlamaya çalışıyorum. Bakamadığım şeylere dönüp dikkatle bakmak istiyorum, bir sömürünün çıkış noktasına, ezilmiş bir ruha, beni korkutarak büyütenlerin korkusuna, kendi korkularıma. Bir cümle kurduğumda hayatım olsun istediğim yere, değilse susmaya.

Korkudan kaçamazsın demişti bir defasında okuduğum kitaplardan biri, korku hep vardır, burada ya da orada. Sadece cesur görünmeye çalışma, zayıflığını kabul ettikçe güçleneceksin. Sadece korku öğreticidir, diyorum kendime uzun zamandan beri.

Bir dayanıklılığa çalışıyorum, bu dünyaya dayanmak zorundayız, gözümüzü kaçırmadan bakmayı başarırsak belki bir şeyi değiştirecek güç yeniden gelecek bize, şimdi çok uzaklaştı. Gözümüzü kaçırmadan bakmayı başarırsak, tekil olanı çoğaltmayı başarırız belki, sadece bizde olana bu kadar kafayı takmazsak, bireysel hayatların yarattığı zindanlardan kaçabilirsek kendimizi kandırmadan da nefes almayı başarırız. Buna bütün yanılgıları tüketmek diyordu birisi, kişisel ve toplumsal, uzlaşmaya bulanmış bütün yerlerimizi tüketecek, sahte tesellilerden kurtaracak bir kahkaha. Korkunç olanı kabullenme arzusu. Yalanlarımızı kabullenme arzusu. Geriye hiçbir şey bırakmayana kadar yıkma arzusu. Sonra karşısında durduğumuz şeyi, ilk defa bütün çıplaklığıyla gördükten sonra ne yapacağımızı yeniden konuşabiliriz. Şimdi olmaz. Şimdi gözleri kaçırmanın ve acıyı yatıştırmanın zamanındayız, şimdi kabilemizin hikaye anlatıcısının bizi inandırdığı bütün yalanları gerçek sandığımız zamandayız, ekranı karartınca bittiğini sanıp ertesi gün hiç hatırlamadığımız ve düşünmemeye çalışarak yaşadığımız bir zamandayız. Şimdi olmaz.

Beni unutun dedim yaz güneşine, ben sert bir kışa çalışıyorum, bir buz zamanına.


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi