Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Demokratsız demokrasi

“Demos için devlet” ve “devlet için demos” anlayışlarına dayalı olarak ortaya çıkan, halkın mümkün olduğunca dolaysız ve tam egemenliği ile kontrollü ve dolaylı egemenliği anlayışlarından ikincisi, demokrasi tarihimizde hep belirleyici olmuştur

Türkiye’de cumhuriyet ve demokrasi inşa sürecinin önemli sorunlarından biri, inşa için büyük adımların atıldığı zamanlarda, yani demokrasi şafaklarında başat rol oynayan aktörlerin (kişi ve kurumların) siyasi düşünce bağlamında sınırlılıkları ve kurtulamadıkları ‘hastalıkları’ olmuştur. Yani demokrasi ve cumhuriyetçilik anlayışlarındaki sınırlılıklar en temel sorunlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Batı’ya karşı giderek büyüyen aşağılık kompleksine bağlı olarak demokrasi şafaklarında karşımıza çıkan ergen hastalığı şeklinde tezahür eden anti-emperyalizm, geçen haftaki Tarih Tersinin konusuydu.

Daha yolun başında, Tanzimat Döneminde (1839-76) özellikle Genç Osmanlılar (1860lı ve 1870li yıllar) örneğinde gayrimüslimlere karşı üstünlük kompleksine bağlı olarak karşımıza çıkan çocukluk hastalığı mahiyetinde ortaya çıkan eşitlik/denklik fobisi (egalofobi), önceki birkaç Tarih Tersinin konusu olmuştu.

Bugünkü Tarih Tersi, bu ve benzer hastalıklara bağlı olarak altı demokrasi şafağında (altı dönüm noktasında) başat aktörlerde görülen demokratlık ve cumhuriyetçilik eksikliği olacak.

Yani konumuz, demokrasi serüvenimizin öncü ve önderlerinin eksik ve kusurlu demokratlıkları…

*****

Osmanlı ve Türkiye tarihinde kronolojik sırayla meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasi anahtar kavramlarıyla tartışılan ve yaşanan süreçte çatı kavram, hakimiyeti milliye olmuştur.

Daha sonra halk egemenliği ve ulusal egemenlik versiyonu hâkim olan bu kavram, ilk başta halkın yönetimde veya her alandaki karar süreçlerinde (daha çok) söz sahibi olması anlamında kullanılmaktadır. Bu bağlamda hakimiyeti milliye ve halk egemenliği kavramları, devlet, toplum ve birey arasındaki karmaşık erk ilişkileriyle ilgili bir rejim/düzeni işaret eder.

Zamanla aynı anlamda kullanılmaya başlanan ulusal egemenlik kavramı ise içinde aynı zamanda dışarıya karşı devlet/ülke bağımsızlığı anlamını da kullanılan bağlama göre dolaylı veya dolaysız olarak taşımaya başladı.

Elbette daha başından hakimiyeti milliye kavramı içindeki milli sözcüğünün zamanla etnisite merkezli ulus anlamında da kullanılması, çoğu zaman oportünistçe nedenlerle bilinçli olarak seçilen bu muğlak veya çok-anlamlı kullanımı mümkün kılmaktaydı.

1920’lerden itibaren kullanılan hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir mottosu bu çok anlamlı kullanıma en iyi örneklerden birini oluşturur.

Yirminci yüzyıla damgasını vuran, aynı semantik çerçeve içinde değerlendirilmesi gereken kendi kaderini tayin hakkı mottosu ise Türkiye’de daha çok tekçi ulus devlet karşısında azınlık halkların hakları bağlamında anlaşıldı.

Bu anlam karmaşası içinde asıl meselemiz olan “halkın yönetimde daha çok ve daha doğrudan söz sahibi olması” bağlamında hakimiyeti milliye veya halk egemenliği tamamen demokrasi meselesidir.

Önce imparatorluk rejimi olarak meşrutiyet (1876-78 ve 1908-1918), daha sonra ulus devlet rejimi olarak cumhuriyet (1923-1945) ve nihayet 1945 sonrasının ABD merkezli yeni dünya düzeninde demokrasi kavramlarının moda olacağı tüm bu süreçler boyunca değişmeyen iddia, bu anlamda hakimiyeti milliye veya halk egemenliğini kurmak veya güçlendirmek olmuştur.

Aralarındaki büyük fark bir yana, özellikle iç içe geçmiş cumhuriyet ve demokrasi tartışmaları, hakimiyeti milliye ve bunun araçları olarak meclis (temsiliyet) ile genelde meşveret (danışma/müşavere) bağlamında aynı konu etrafında döner. Samimiyetle bunun gereksizliğini veya yanlışlığını savunanların sayısı giderek azalır, ama kapsamı, yolu ve yordamı farklı ideolojilerin ortaya çıkmasına yol açar.

*****

Muhafazakarlığın hakimiyetini kesintisiz sürdüreceği bu süreçte liberal alternatif, özellikle yirminci yüzyılın başından itibaren kendini göstermiş ve bazen kısmen ve geçici de olsa başarılı olmuştur. Ancak anarşizan veya liberter entelektüel/söylemsel niteliğiyle radikal demokrasi anlayışı yirminci yüz yıl sonuna kadar ortaya çıkmamış, ondan sonra da hep (hem niceliksel hem de niteliksel olarak) marjinal kalmaya mahkûm olmuştur.

Sosyoekonomik (sınıfsal) kapsamı nedeniyle Marksist sol demokratlar (o zamanki isimleriyle sosyal demokratlar) ondokuzuncu yılın ortasından itibaren hem teoride hem pratikte en iddialı aktörler olarak Avrupa’da boy göstermişlerdir. Ancak Osmanlı ve Türkiye’de bu kesimin etkisi marjinal kalmıştır.

Diğer yandan Türkiye’de rağbet gören Leninist sol demokratların da yirminci yüzyılın radikal demokrasi savunucuları oldukları iddia edilebilir. Ancak halkın egemenlik araçları, yolu ve yordamı bağlamında bunun doğru olmadığını, muhalefet konumunda oldukları Türkiye gibi ülkelerdeki söylemleri/teorileri ve siyasi-sosyal yaşamları aracılığıyla gözlemek mümkündür. Diğer yandan, dünyada iktidara geldikleri ülkelerdeki pratikler de bu iddianın doğru olmadığını göstermektedir.

Hem Lenin öncesindeki anlamıyla hem de yirminci yüzyıldaki anlamıyla sosyal-demokrasi, söylemsel düzeyde olduğu gibi belli dönemlerde pratikte de radikal demokrasi konusunda en ileri örnekleri ortaya koyabilmiştir. Ancak bugüne kadar yeterince sorgulanmamış olan yüzyıl sonundaki çöküşünün arkasında yatan elitizm ve neoliberal dönüşüm bu örnekleri de akamete uğratmıştır. Yirmi birinci yüzyılda dünyada reel sosyal demokrasi sağ popülizm karşısında hezimete uğramıştır. Bu hezimetin eleştirel analizi yapılmadıkça bu durumdan kurtulması mümkün görünmemektedir.

Dünyada bunlar yaşanırken, Prens Sabahattin ve Hürriyet ve İtilaf geleneğinden gelen liberallerin önce İttihatçılar ve sonra Kemalistler tarafından tasfiyesinin ardından, ilk olarak 1950’lerden itibaren Batı dünyasıyla birlikte Türkiye’de esen demokrasi rüzgarıyla birlikte bizzat İttihatçı CHP içinden çıkan aktörler aracılığıyla yeniden gündeme gelen liberallerin savunduğu liberalizm ise piyasa ekonomisi yanlılığıyla sınırlı ve güdük bir özgürlük retoriği olarak kalmıştır.

Türkiye’de 1970’lerde yükselişe geçen sosyal demokrasi için de aynı şey geçerlidir.

Bunlardan yola çıkarak, biraz köşeli de olsa şu tespiti yapmak mümkün görünmektedir: Türkiye demokrasi tarihinde eksiliği asıl hissedilen şey, Avrupa’daki gibi gerçek liberalizm ve sosyal demokrasinin kitleselleşmemesi olmuştur. Kitleleri şimdilik bir yana bırakarak, bu yazı kapsamında dikkat çekmek istediğim şey, liberaller ve sosyal demokratlar başta olmak üzere demokrasi öncüsü ve önderi olarak görülen aktörlerin (kişi ve kurumların) bu konudaki düşünsel kısıtlılıkları ve diğer sorunlarıdır.

Söz konusu demosun/milletin veya halkın bu süreçteki yer(sizliğ)ini sonraki yazılara bırakıyorum. Ancak iddia sahipleri aktörlere (kurum ve kişilere) baktığımızda gördüğümüz, demokrasi anlayışlarındaki sorunlardan ve sınırlılıklardan dolayı ‘tam’ veya ‘gerçek’ demokrat eksikliğidir.

*****

Devletle içi içe varlığını sürdüren ve onun temsilcisi gibi davranmayı bırakamayan aktörler için, demokratikleşme sürecinde devletin bekasını temel ve hatta çoğu zaman tek amaç olarak görme anlayışı farklı oran ve şekillerde devam etmiştir. Muhafazakârlık, bu nedenle tüm dönem boyunca neredeyse tüm aktörlerin düşün dünyasında etkili ve bazen belirleyici oluşmuştur. Daha başından itibaren asıl mesele olarak ortaya konulan hakimiyeti milliye veya halk egemenliği, genelde ‘devletin bekası’ söyleminin gölgesinde kalmıştır.

Günümüzde bazen güvenlik ve özgürlük ikilemi şeklinde dolaylı olarak karşımıza çıkarılan bu sorun, eskiden beri devlet ile toplum ve birey çıkarları arasındaki gerginlikler bağlamında yüzeysel tartışmalar aracılığıyla gündeme gelmiştir.

Bazen bu, toplumun refahı ve özgürlüğü bağlamında yine sorunlu bir ikilem şeklinde önümüze konulmaktadır.

Sonuç olarak, “demos için devlet” ve “devlet için demos” anlayışlarına dayalı olarak ortaya çıkan, halkın mümkün olduğunca dolaysız ve tam egemenliği ile kontrollü ve dolaylı (temsili) egemenliği anlayışlarından ikincisi, demokrasi tarihimizde hep belirleyici olmuştur.

*****

Diğer yandan, öncü ve önder aktörlerin değişik nedenlerle millete/halka/demosa güvensizlik duyması, demokratikleşme yönünde radikal talep, tutum ve adımların önündeki önemli engellerden biri olmuştur. Dolaylı olarak, milletin/halkın hakimiyete/egemenliğe, demosun demokrasiye veya cumhurun cumhuriyete henüz (!) hazır olmadığı anlayışı oldukça yaygındır. Oldukça didaktik ve bazen elitist bir tavırla eğitimin ve bilinçlendirmenin öne çıkmasına yol açan bu anlayış, mevcut ‘bilinçsiz’ haliyle halka yetki (hakimiyet) verilirse sonunun hayırlı olmayacağını açıkça veya zımni olarak varsayar.

*****

Demokrasi servünenin öncü ve önderlerinin entelektüel sınırlılıkları ve kurtulamadıkları hastalıklar bağlamında önemli meselelerden birinin, Batı taklitçiliğine karşı önerilen sentezcilik olduğuna Genç Osmanlılar bağlamında daha önce değinmiştim. Tanzimat döneminde başlayan bu sorun, günümüzde yerlilik ve millicilik anlayışı şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Nihayetinde Batılı alternatiflere karşı önerilen Türk-tipi veya Türkiye-tipi ucube modellerin en iyi örneği, memlekete giydirilmiş bir deli gömleği olduğu her gün daha iyi anlaşılan Türk-tipi başkanlık sistemidir.

*****

Demokrasi öncü ve önderlerinin tavrıyla ilgili bir başka önemli sorun, entelektüel miras konusundaki seçici algı ve sahiplenme tavrıdır. İslam ve Osmanlı bağlamında zorlama tevil ve yorumlarla mümkün olduğunca ‘en eskiye’ gidip detaylı envanter ve analiz sunan kalem erbabı ve aktörler, Velestinli Rigas (1757-1798) gibi öncü radikal bir demokratın daha önce bu köşede ele aldığım mücadelesini ve yazdıklarını (günümüze kadar) görmezlikten gelmekte ısrar etmişlerdir.

Modern dönem İslam dünyasında, özellikle Mısır ve Tunus’taki gelişmeler az çok takip edilse de yeni kurulmuş (her biri mini Osmanlı devleti niteliğinde olan) Balkan ulus devletlerinde Osmanlı’dan kopuş sonrasında, ondokuzuncu ve yirminci yüzyıl boyunca demokrasi bağlamında yaşananların (anayasa, meclis ve anti-monarşi mücadelesi) yakından takip edildiği söylenemez. Osmanlı dünyasının parçası olan bu yakın dönem deneyim birikimini sahiplenmek bir yana, yakın bir ilginin gösterildiği bile iddia edilemez.

*****

Osmanlı ve Türkiye demokrasi tarihinde demokrat öncü ve önderlerin entelektüel kısıtlılıkları bağlamında son olarak dikkat çekmek istediğim şey, aslında Batı dahil olmak üzere dünya demokrasi tarihinde karşımıza çıkan bir sorundur: Demokrasinin (farklı araç, yol ve yordamlarla) karar süreçlerine katılımlarını öngördüğü demosun kapsamının bugünkü genişliğine erişmesi entelektüel veya söylemsel düzeyde bile çok uzun sürmüştür.

Demosun karar sürecinin dışında tutulan en büyük kesimini oluşturan kadınların hiç olmazsa seçimler ve oy hakkı üzerinden bu sürece katılımları sorunun en önemli kesitini oluşturur. 1930’lardan itibaren bu sorunun, önce seçme sonra seçilme bağlamında en azından yasal düzeyde çözüldüğü iddia edilebilir. Ancak hem partilerde hem mecliste temsiliyeti hem de kadınların genel olarak karar süreçlerindeki yerleri ve rolleri bağlamında var olan sorunlar pratikte olduğu gibi entelektüel düzlemde de devam etmektedir.

1876 yılından bugüne, daha önce sözünü ettiğim hum zamirinin serencamı çerçevesinde ve demosun kapsamı bağlamında pratik ve entelektüel düzlemde önemli tartışma konularından biri de ötekiler olarak azınlık topluluklarının, alt sınıfların ve göçmenlerin karar süreçlerindeki yer(sizliğ)i olmuştur.

Demokrasi tarihinin farklı dönemlerinde farklı şekillerde karşımıza çıkan bu konulardaki tartışmalar ve uygulamalar hem entelektüel düzlemde hem de reel demokrasi tarihi tartışırken de sürekli karşımıza çıkacaktır.

*****

Osmanlı Türkiye tarihinde yaşanan altı dönüm noktasında (1876-78, 1908 sonrası birkaç yıl, 1920-23, 1950 sonrası birkaç yıl, 1960 sonrası yıllar ve 2002 sonrası birkaç yıl) demokrasi şafağının gündüze değil de maalesef geceye evirilmesinde rol oynayan ve büyük oranda Genç Osmanlılar kuşağından devralınan bu eksiklikler ve sınırlılıkların her bir dönemde hangi şekil ve sıfatla karşımıza çıktığını ayrı ayrı ele almakta yarar var.

Ancak yer sorunu nedeniyle bunu haftaya bırakmak zorundayım.


Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme. (İletişim için: [email protected])

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bilmez Hocadan Tarih Tersleri Arşivi