Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

“Biz nasıl bir ülke olduk ya?”

'Biz nasıl bir ülke olduk ya' diye serzenişte bulunanları dehşete düşüren şey, kötülüğün gündelik bir tayın haline gelmesi. Haklılar; ama belki de maskeli çürümeyi teşhis etmekten daha kolay olduğu için üzerinde düşünmek için uygun ortam sunuyor olabilir.

Sosyal medyada “fenalıktan fenalık, kötülükten kötülük beğen” türünden haberlerin altında en son şu söz yankılanıyor: Biz nasıl bir ülke olduk ya! Bu serzenişin hedefi devlet ve suçlarına yönelik değil, kendi imkanlarıyla büyük kötülüğe bir yerinden dahil olmak için çok çalışan sıradan insanların edimlerine ait. Bir köpeği arabasının arkasına bağlayarak sürükleyenlere, kısa ömrüne çok sayıda bencillik, şiddet, alçaklık sığdırmak için uğraşanlara ait. Ya da başkasının acısından zevk alanlara, kedere, yasa, bir başka canlının varlığına ya da yok oluşuna en ufak saygı duymayanlara ait.

Bir haberin, bir bildirimin altındaki yorum kısmına tıklayınca aniden karşınıza çıkan bu insanlar, genellikle bir dil kullanmaktan kaçınıyorlar. Ses çıkarıyorlar elbette ama bu sesler daha çok bir dilin henüz oluşmadığı bir evreye ait görünüyor. Öğrenilmiş ama sonra unutulmuş bir dilden kalan atıklara ait ya da. Bütün benzetmeleri cinsiyet temelli. En ufak bir dinleme belirtisi göstermeden bir bidon benzinle bütün kişisel-toplumsal yangınlara koşuyorlar. Mantıklı bir karşılık verme hatasında bulunulduğunda ise benzerlerinden oluşan bir yığını arkalarına alıp hep birlikte saldırıyorlar.

Toplumsal düzenin tarihsel belirişinin öncü kuvvetleri olan bu yığın, iki düzlemde sistemi yeniden üretiyor: İlkinde kendi çaplarında, ellerinden gelen fenalığı yaparak, ikincisinde de bütün suçlara ortak olarak. Artık toplumsal yapının değer üretme mekanizmalarını anlamak için saha çalışmalarına ihtiyaç yok, hepsi önünüze düşüyor, literal anlamda bir düşmeyi de içeren manzara sosyal bilimcilerin işlerini kolaylaştırdığı gibi imkansız da kılıyor.

“Biz nasıl bir ülke olduk” yakınışında ise, büyük bir kötülüğün gölgesinde biçimlenmiş bir dünyada insanların her şeye rağmen geçmiş zamanlardan kalma değer üretme ve bu değerlere sahip çıkma ısrarının mümkün olabileceğine dair bir şeyler var. Aslında kötülüğün hep var olduğunu biliyor bu insanlar, o kadar da saf değiller, dünyadan haberdar olmadıkları zamanların gizli suçlarını hayal güçleriyle tamamlıyorlar ve suç'un, kötülüğün bir zamanlar karanlık yerlerde saklandığını, en etkin faillerin bile yüzüne ışık tutulduğunda inkar ediş jestiyle yine de bir “toplumsal düzen fikrine” dahil olmaya çalıştıklarını hatırlıyorlar. Bir utanma duygusunun hayalet olarak dolaştığı zamanları hatırlıyorlar; başını önüne eğmiş insan figüründe ortak değerlere riayet arzusunun minik bir işaretini gördükleri zamanları. Karşılaştırdıkları bu. Elbette nedamet belirtisi gösterdikleri suçlar, daha kişisel suç envanterine aitti, o zaman da büyük suç şebekesinin amansız savunucuları için, mesele her zaman vatan savunmasına, devletin bekasına aitti.

"Biz nasıl bir ülke olduk ya", diye serzenişte bulunanları dehşete düşüren şey, kötülüğün gündelik bir tayın haline gelmesi. eskiden gizlenen sözlerin ve niyetlerin şimdinin ufkunda apaçık belirişi ve toplumsal varoluşun olma biçimlerine aniden bir arsızlık kategorisinin eklenmesi. Haklılar; görünen şey gerçekten katlanılır gibi değil. Ama belki de maskeli, steril, nezaket kalıplarıyla gizlenmiş çürümeyi teşhis etmekten daha kolay olduğu için de üzerinde düşünmek için daha elverişli bir ortam sunuyor olabilir.

Şimdide vuku bulanları geçmiş zamanda yaşayan düşünürlerin tespitleriyle açıklamanın imkansızlığına çarptığımız bir manzara. Biri sıradan faşizm demişti örneğin, kısmen uyarlayabilirsiniz bu fikri, kısmen, çünkü orada henüz bütün değer üretme mekanizmaları iflas etmemişti. Yığının karakteri konusunda kimi açıklamalarda bulacağınız herhangi bir ortaklık ya da toplumsal dokuyu nesnel ölçütlerle algılayabileceğinize ilişkin o eski teminatlar, hepsi olmasa da pek çoğu henüz derin bir çatışmanın yaşandığı dönemlere ait olduğu için işinize çok yaramayacak. Şimdinin başarısı sadece neoliberal politikalara ait değil, kavga edeceği safı unutmuş sosyal, siyaset bilimcilere de ait.

Hakikati bir kurgu mertebesine indirip her çeşit yozlaşmadan bir erdem çıkarmak için ciddi çalışmalar yapan ve bu çalışmaları bir olumsallık kategorisi içinde sınıflayanlara da ait. Ciddiyet kaybına ait. İçinde yaşadığı toplumda bütün karşı çıkma pratiklerinin -heterodoks inanç, karşılıklı yardımlaşmayı esas alan mikro örgütlenmeler vb- nasıl tersyüz edildiğine ilişkin süreci görmeden, tarihsel bir antogonizmanın sınıfsal açılımlarını etkisiz hale getirecek yanlış zihinsel hamlelere ait.

Özgürleştirici düşüncelerin çoğunun, özgürleşmekten korkan ve muhalifliğini araçsallaştırıp, yeni iktidar biçimlerini kendi arasında üreten yapısına ait. Suyun akışına göre şekil alan yayıncılara, akademisyenlere, gazetecilere ait ve daha da komiği, kendilerini çok akıllı sanan bu kitlenin, tarihsel bir rol oynadıklarına gerçekten inanarak, akışı yönetmek için her kesime usulca yanaşarak, entelektüel itirazın dayanaklarını kırılganlaştırmalarının yarattığı sonuçlara ait. En muhalif olanın bile kullanma değerini değişim değerine çevirmek için yaptığı gözalıcı komik balede, sürekli sistem eleştirisi yapıp gibi görünüp, bunu bile bir sermayeye çevirenlerin, dilin bütün incelikli yananlamlarını kendi başarıları için işlevsel kılmalarının ortaya çıkardığı isyancı görünen uzlaşma bütün özgürleştirme pratiklerinin önünü tıkadığı için, bunların rol modelleri olarak daha çok insanı etkilediği için bir tarafa itilmeleri gerekiyor.

Onlar tarafından belirlenen zihinsel ortamda her şeyden önce tam olarak ne ile karşı karşıya olduğumuz konusunda apaçık bir fikrimiz olmayacak. En yalın duruma dönüp, en feci insan halini reddetmeden kabul edip, “bütün yanılgıları tüketip” baştan başlamak lazım. Her şeyi elinden alınmış insan topluluklarının tek yoksunluğu maddi değildi çünkü, onlara sunulan tek gerçeklik ve özdeşleşme araçlarına “bırakınız teselli olsunlar”- diye bakanların, şaşırma hakkı yok. Büyük kötülükle uğraşanların, ona yakıt sağlayanların incelmiş bir dille hayıflandıkları lümpen, berbat toplumsal varoluş, içinde sığınacak bir yer aradığımız korkunç manzara, sadece büyük kötülük mekanizmasının beceriksiz gölgeleri.

Amacını yitirmiş, hiçbir değer üretme pratiğine ortak edilmemiş, değer diye Palu ailesinden hallice yapılara, din diye içinde artık hiçbir günahın yankılanmadığı organizasyonlara teslim edilen bu insanlar, evet çok fenalar. Her şeyi yapabilirler. Onları bir tarihsel dönemeçte, iyi kötü birlikte yolculuk yapılan zamanlarda bir yerde bırakmıştınız, hatırladınız mı? Sonra dönüp hiç bakmadınız. Şimdi karşınızdalar, gücün kıyısında oturuyorlar ve ellerinden alınanın ne olduğunu bilseler de hiç aldırmıyorlar. Tanıdınız mı? Sizin sinikliğinizden bir parça var mı burada, çok uzaktan da olsa. Eskiden siyasi ortama etki edecek bir otoritesi vardı düşüncenin, şimdi yok; eskiden yığınların yakın hissettiği bir noktası vardı zihinsel emeğin, şimdi yok. Kötülük mü demiştiniz, yakmaya buradan buyurunuz!


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi