Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

“Alt tarafı dünyanın sonu”

Özellikle bu berbat kurgu beni öldürecek, ipuçlarının hepsini ortaya saçarak suç işleniyor ama kimse yakalanmadığı için olaya polisiye süsü veriliyor. Daha önce dediğim gibi Hint Kore ortak yapımı Ortadoğu vampir dizisinin ortasına düşmüştük işte

Geçmiş zamanda bizim çocuklar İstanbul'a Erasmus ya da benzeri bir öğrenci değişim programıyla gelen Kuzey Avrupalı bir arkadaşlarından söz etmişlerdi. Kız çocuğu dile ve duruma uyandıktan sonra bizimkilere ülkedeki günlük haberlerin sadece birinin bile travma sebebi olduğunu, bütün bunlara nasıl dayandıklarını sormuş. Bizimkiler eğlenerek anlatıyorlardı bunu; ömürleri boyunca tek bir iyi gün görmemişlerin yapmak zorunda olduğu şeyi yaparak, durumla dalga geçerek, belki de gizlice bu dayanıklılıklarıyla azcık böbürlenerek.

O kız çocuğu dehşet duygusunu bir süre tecrübe ettikten sonra, her şeyi arkasında bırakarak uzaklaşmıştır herhalde buradan. Sayemizde belki de dert meselesine bakışı değişmiştir ya da hepimizin duygusal olarak bir çeşit kastre edilmiş manyaklar olduğumuzu düşünmektedir. Adını hatırlayamadığım o yabancı öğrencinin, “nasıl dayanıyorsunuz bütün bunlara” sorusu gökten iner gibi aniden inip başımın üzerine düştü ve ardından bu geçmişten gelen ama hiç güncelliğini yitirmeyen soruya, aman canım ne var bunda “alt tarafı dünyanın sonu “derken yakaladım kendimi.

Alt tarafı dünyanın sonu, bir tiyatro metninin başlığıydı ve hatta filmini de çekmişlerdi ama benim alıntıladığım anlamla pek ilişkisi yoktu hikayenin. Ben adını sevmiştim ve içinde bulunduğumuz duruma karşı söyleyebileceğim en iyi söz olarak kaydetmiştim zihnime. Alt tarafı dünyanın sonuydu hakikaten.

Ne kadar dayanıklı görünürsek görünelim arada ufacık bir iyilik ya da şefkat kırıntısı görmeden maruz kaldığımız bu felaketler dizisi aslında hepimizi bir biçimde mizahın bile kurtaramayacağı bir duruma çoktan sokmuştu. Acı patlıcanı kırağı çalmaz'ın köşesinden döneli epey oldu, iyiyim demekten utanalı hayli, ortak sloganların bildirdiği günlere beslenen ümitlerin kavşağından kendimizi otobana atalı ise ooooo!

Psikolojiye hiç bu kadar inancımı yitirmemiştim dedim geçen gün Freud'a, içinde bulunduğumuz duruma sırf semptomları benziyor diye depresyon derseniz vururum sizi diye de tehdit ettim adamı. Özür falan da dilemedim sonra. Ama kabalığımı hafifletmek için toplaşıp psikolog yerine sosyoloğa gidenleri anlatan o karikatürden söz ettim.

Tam bizlikti işte, çeşitli biçimlerde sürekli dayak yiyen bir kitleydik, çözümümüz de mecburen kitlesel olmalıydı. Fakat tek başına sosyologların çözebileceği bir vaka olmadığımız da muhakkaktı, ağır şiddet, ağır şiddetin seyri, en ufak isteklerin reddi, basit ihtiyaçların giderilmemesiyle ortaya çıkan ağır ihmal, şikâyet edilen merciden yenilen üst mahkeme dayağı, sorulan sorulara cevap yerine ya biber gazı ya demir kafesle verilen karşılık, bunun gibi daha yüzlercesi…

Kitlesel olarak uğradığımız aşağılama, ihmal ve adaletsizlik, arada bizi korumak için muhalefetten annenin, “ben bu çocukları babamın evinden mi getirdim, azcık ilgilenin” çıkışına da eşlik eden şiddetle iyice ağırlaşıyordu. Başımdaki ses yükselerek tekrar ediyordu aynı soruyu: “Bütün bunlara nasıl dayanıyorsunuz?”

Soruya soruyla karşılık verdim vakit kazanmak için, camı açıp bağırdım, bağırırken de kimsenin bana deli diyemeyecek kadar delirdiğinden emindim: “Bu adamlar kim, bizden ne istiyorlar, nereden geldiler ve niye gitmiyorlar?”

Hepimiz hevesimizi kaybetmiştik ve en fenası da buydu.

Bir de koca ülkede yüksek bütçeli, düşük aktörlü bir kriminal dizi çekiliyordu, çocukluğundan beri polisiye hastası olan ben, bu kadar tuhaf bir kurguyla hiç karşılaşmamıştım. Ahtapot kurgusu gibi bir şeye benziyordu, bir yerde kara para aklanıyor, oradan başka yere naklediliyor, birileri kaçıyor ve o esnada işin içine savaş planları giriyordu.

Kitlesel şiddete bir de bakmak zorunda bırakıldığımız felaket bir kurgu eklenmişti. Her gün mahallede esnafla olayları çözmeye çalışıyorduk. Herkes olaya bir yerinden yaklaşıyor, elimizdeki verileri birleştiriyor ve anlam vermeye çalışıyorduk. Akşam haberlerinde kurgu yine değişiyor, olaya alakasız figürler dâhil oluyordu. Bu durumda bize sosyologlar, nörobilimciler, iyi bir dedektif ve narkotik uzmanının yanında bünyemizde biriken sinirden patlayıcı yapmayı öğretecek bir uzman da gerekliydi.

Tepemdeki soruya bağırdım: ne dayanması, onlar bize dayanıyor! Hep beraber gürültülü bir öff çekmemize bağlı belki de her şey. Hepsi neyse de özellikle bu berbat kurgu beni öldürecek, ipuçlarının hepsini ortaya saçarak suç işleniyor ama kimse yakalanmadığı için olaya polisiye süsü veriliyor. Daha önce dediğim gibi Hint Kore ortak yapımı Ortadoğu vampir dizisinin ortasına düşmüştük işte. Sabah bana “Kıbrıs'taki olay…” diye başlayacak bakkala, ortada çözecek hiçbir şey yok demeye karar verdim. Çözülen biziz bu biçimde, kendimize gelelim ve kötü şeyleri izlemeyi reddedelim diye de ekleyeceğim.

Okulda fişler değişmiştir değil mi diye sordum, balkonda sigara içen genç çocuğa ama o cevap vermedi. Yeni fişleri hazırlayıp milli tarikat şefine yollamaya karar vermiştim o anda. “Vatan, dayak yenen toprağa denir.” “Vatan, sabahları suçlu uyandığın yerdir.” Bunlardan bir dosya yaptım, hepsinin arkasına da başka şeyler yazdım ama:

Ali ayağa kalk! Kalk Ali kalk!

Ayşe ateşe su atma! Odun at!

Can topu al, o adamın suratına at!

Elif, arkadaşlarını topla, bir şey deneyeceğiz!

Bir şey olduğu yoktu, alt tarafı dünyanın sonuydu. Bir zahmet sahaya doğru yürüyün.


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi