Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

1945 sonrası yandaş-karşıt senaryoları

Kendi pratiğinde demokratik kültür konusunda pek iyi durumda olmasa da Türkiye’de Marksist solun rolü, oynanan demokrasi oyununun maskesini düşürmek; yani mevcut ‘demokrasi kahramanları’nın otoritesini sarsmak olmuştur.

Bir süredir burada Osmanlı ve Türkiye tarihinde demokrasi şafakları ile ilgili gözlem ve tespitlerimden biri olan yandaş-karşıt senaryoları üretimini ele alıyorum.

Osmanlı dönemi demokrasi şafakları olarak I. Meşrutiyet (1876-78) ve II. Meşrutiyet’in ilk birkaç yılı (1908-1909/1913) ile cumhuriyete giden yolda doğmuş şafak olarak Mütareke Dönemi (1918-22/23) bağlamında bu senaryoları, bu köşenin olanakları el verdiğince son iki yazıda tartıştım.

Bu hafta, aynı sorunsal bağlamında demokrasi tarihinin 1945 sonrası iki şafağına bakacağız.

*****

Öncelikle, Osmanlı ve Türkiye demokrasi tarihinin dördüncü şafağı olan 1950 sonrası birkaç yıl boyunca yaşananları yandaş-karşıt senaryoları bağlamında eleştirel analize tabi tuttuğumuzda karşımıza çeyrek asırlık tep parti rejiminin (CHP) elitleri içinden çıkmış danışıklı ‘demokrasi kahramanları’ çıkmaktadır.

1950 sonrasının gelişmeleri bu konuda ibretliktir. Ancak süreç İkinci Dünya Savaşı sonrası küresel boyutta esen ‘anti-komünizm’ takıntılı Amerikan demokrasi rüzgarlarının etkisiyle 1946’da bizzat CHP yönetimi tarafından başlatılmıştır.

Büyük bir sandık zaferiyle çıktıkları 1950 seçimleri sonrasında muzaffer Demokratların yazdıkları kahramanlık destanında bize sunulan ve günümüze kadar İsmet İnönü ve çevresine indirgenmiş banal versiyonuyla devam ettirilen “demokrasi düşmanı CHP” söylemine rağmen çok partili sistem anlamında demokrasiye geçiş sürecini başlatan CHP ve İsmet İnönü’dür.

Çeyrek asırdır Tek Adam ve Milli Şef liderliğinde oynanan tek partili sandık cumhuriyeti/demokrasisi, bizzat Milli Şef İsmet İnönü’nün inisiyatifi ve yönetiminde İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde çok partili sandık demokrasisi niteliğine kavuşur.

Demokrasinin sandıktan ibaret olmadığı meselesi henüz gündemin merkezinde değildir. Tek parti tarafından gerçekleştirilen (günümüzün moda deyimiyle dizayn edilen!) seçimler yerine müesses nizam kontrolünde çok partili seçim, demokrasinin en büyük göstergesi sayılmaktadır. Hatta neredeyse demokrasi bundan ibarettir. Ortaya çıkacak alternatif partiler, müesses nizam tarafından sıkı filtrelenme ve belirlenme sürecini kabullenecektir elbette. Buna direnenlerin tasfiyesi, İnönü önderliğinde sahneye çıkan demokrasi kahramanlarının öncelikli işi olacaktır. Nitekim, 1946 yılında çok partili sisteme geçişle beraber kurulan sol-sosyalist ve daha sonra kurulan sağ-muhafazakar demokrasi yanlısı partilerin henüz CHP iktidarı ya da 1950 seçimleri sonrasında DP iktidarı tarafından kapatıldıkları görülmektedir.

Tek parti tarafından dizayn edilen seçim yerine, Tek Parti Rejiminin manipülasyonlarıyla gerçekleştirilen 1946 seçim sürecinde sergilenen demokrasi tiyatrosu yeterince inandırıcı olmayınca tabandan gelen baskı ve ABD ile ilişkiler daha fazla taviz gerektirince, CHP içinden çıkan ana muhalefet partisi olarak Demokrat Parti, çeyrek asırlık toplumsal memnuniyetsizlikleri kanatları altında topladığı andan itibaren müesses nizam için asayiş berkemaldi.

Büyük bir demokrasi mücadelesi olarak sunulan senaryo, esasen dostlar arasında geçen rekabetten ibaretti. Üstelik, Celal Bayar başta olmak üzere çeyrek yüzyıllık rejimin merkezi konumda olan sorumlulara bu senaryoda ‘yeni’ dönemin demokrasi kahramanları rolü verilmişti!

Bu kısa yazıda detaylı ele alamadığım, demokrasinin sandıktan öte bir mesele olduğu gerçekliğini dile getirenlere karşı, farklı katmanlarda eşitsizliklerin garantörü olan rejimin temel kaygısı, demokrasi adıyla oluşturulan kalıbın fazla geniş olmasıdır. İlk demokrasi şafağının kahramanlarından ve zoraki önderi II. Abdülhamit’ten beri hep olduğu üzere, demokrasinin dar çerçevesini (haddini) belirlemek ve her fırsatta demosa haddini bildirmek elitlerin paylaştığı temel mesele olmuştur.

Hukukun üstünlüğü, sivil toplumun örgütlenmesi, farklı katmanların karar süreçlerine mümkün olduğunca dolaysız katılımı gibi meseleler, bir başka bahara kalmıştır. Ancak 1950 sonrası birkaç yılda, müesses nizam çerçevesi içinde kalınarak inşa edilen çok partili rejimde tek parti diktatörlüğü, yeniden, yavaş yavaş bastıran gece karanlığında eliteler arası dostluğu ortadan kaldıracaktır. Bunun sonucu olarak, DP ve CHP ile devamı olan partiler arasında demokrasi yandaşlığı ve karşıtlığı konusundaki roller değişecektir.

******

Yeri gelmişken (ileride açma ümidiyle) not düşeyim: İdris Küçükömer’in alternatif (ezber bozucu ve özelikle sol için çok öğretici) Türkiye sağı ve solu okuması maalesef bu senaryoyu veri almıştır ve onun dar çerçevesini aşamamıştır.

******

Denilebilir ki demokrasinin dördüncü şafağında ortaya çıkan ve geniş kitleleri heyecanlandıran merkez-çevre/taşra (havas-avam) düzleminde eşitlik ve adalet umudu saçan Demokrat Parti (DP), bu düzlemde gerçekten bir sıçramaya yol açmıştır. Atatürk’ün devrimci Türk-İslamcı popülizminden kopmuş İnönü önderliğindeki CHP’nin başlattığı tüccar popülist İslami söylemi çok daha iyi kullanan DP, sarıldığı İslam-Türkçü popülizm sayesinde geleneksel İslami aktörleri başarılı bir şekilde içerimlemeyi başarmıştır.

Günümüzde küresel düzeyde şaha kalkmış (görünüşte anti-elitist) tüccar popülizmin yansıması olarak Türkiye’de yaşanan ve bugün siyasetin belirleyicisi konumundaki havas-avam düzleminde sağ tüccar popülizmin açık avantajının hikayesi, 1950lerle başlatılabilir.

Toplumsal cinsiyet ve sınıf düzlemindeki eşitsizlikler bağlamında demokrasi tarihinde önemli bir dönüşümün yaşanmadığı, kapsamı çok sınırlı bu demokrasi şafağı, kolektif kimlik düzleminde de ilk kıpırdamalara yol açmıştır. Kısa süren şafağın ardından gelen gecenin alacakaranlığında ortaya çıkan eğitimli Kürt ve Alevi elitlerin büyük şehirlerdeki çekingen faaliyetleri, kimlik ve hak söyleminin ‘yeni’ başlangıcı olarak kabul edilebilir.

*****

Osmanlı ve Türkiye demokrasi tarihinin beşinci şafağı olan 1960 sonrası süreçte ve ‘demokratik olasılıklar baharı’ olarak adlandırabileceğimiz uzun dönemde (1960-1980) yaşananlar, kendisini müesses nizamın sahibi olarak gören askeriyenin vesayetine rağmen birçok yönüyle demokrasi fikri bağlamında önemli dönüşümlere (kapsam genişlemesi ve derinleşmelere) yol açmıştır.

Demokrasinin beşinci şafağının sökmesine yol açan 1960 Darbesi sonrasında yaşanan uzun ‘demokratik olasılıklar baharı’ döneminde (1960-80), demokrasiyi büyük oranda sandıktan ibaret sayan sağ ve sol merkez partileri (müesses nizam demokratları) arasındaki rekabetin ve erk savaşının yarattığı serbest alanda hukukun üstünlüğü, özerlik ve yerellik yönünde fikri sıçrama ile yaşamın farklı alanlarında hak arayışları, şafağın hemen geceye evirilmesini engellemiştir. Dalgalı bir süreçten sonra yaşanan uzun bahar, nihayette 1980 darbesiyle başlayan sert bir kışa evirilmiştir.

Önceki dönemlerin tanımlanmış dar sınırlarını mümkün olduğunca aşmaya çalışanların sahneye çıktığı bu dönem aslında eşitlik ve hak mücadelesinin doruğa çıktığı küresel konjonktürün yansımasıydı. Ancak demokrasinin derinleşmesi, yaygınlaşması veya kalıcılaşması konusunda toplumun değişik kesimlerinden sahneye çıkan çok önemli aktörler, dar zihniyet ve entelektüel sınırlılıklarına rağmen umut kaynağı olmayı başarmışlardır. 1960lı yıllarda sendikalar önderliğinde ve Türkiye İşçi Partisi çatısı altından sınıf düzleminde adalet mücadelesi yükselirken, birbirleriyle demokrasi ve kahramanlık konusunda yarışan sağ ve sol müesses nizam partileri tarafından ‘demokrasi düşmanları listesi’nin başına komünistler yerleştirilecektir.

Bu yandaş-karşıt senaryosunda CHP geleneği, kendisini hem Osmanlı karanlığından kurtuluşun hem de ‘1960 Devrimi’ sayesinde DP diktatörlüğünden kurtuluşun/demokrasinin kahramanı olarak görürken, DP geleneği (AP, ANAP, DYP ve AKP) de kendisini önce tek parti diktatörlüğünden kurtuluşun ve ardından onun artığı/devamı olan askeri-bürokratik vesayete karşı demokrasi müdafaasının kahramanları olarak görecek ve gösterecektir.

1970li yıllarda silahlı mücadeleyi de portföylerine katarak arada 12 Mart darbesinin verdiği ağır tahribata rağmen güçlenen ‘sol’, (sınıf odaklı mücadele iddiası söylemde kalsa ve kendi içinde demokrasi yoksunu olsa da) her şeye rağmen emek ve sömürü söyleminin güçlenmesi ve yaygınlaşması bağlamında demokrasi kapsamının genişlemesine önemli katkı sunmuştur.

12 Eylül darbesiyle sekteye uğrayan sınıf düzlemindeki demokrasi mücadelesi, 1980li yılların ikinci yarısından itibaren toplumsal cinsiyet düzleminde ağır koşullar altında kadınların ve çok daha ağır koşullar altında LGBTQ+ bireylerin mücadelesi hem somut kazanımların elde edilmesini hem daha geniş bir demokrasi tahayyülünün ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Kendi pratiğinde demokratik kültür konusunda pek iyi durumda olmasa da Türkiye’de Marksist solun rolü, özellikle liberal düşüncenin çok zayıf olduğu bu coğrafyada, oynanan demokrasi oyununun maskesini düşürmek; yani mevcut ‘demokrasi kahramanları’nın otoritesini sarsmak olmuştur. Ancak radikal demokrasi fikri konusunda önemli dönüşümlere yol açmış olan Marksist sol, kıymeti kendinden menkul müesses nizam onaylı demokrasi kahramanları tarafından demokrasinin bir numaralı düşmanı olarak sunulmaya devam edilmiştir.

*****

Sonuç olarak, unutmamak gerekiyor ki kısa demokrasi şafaklarının temel özelliklerinden biri demokrasinin bir ihtimal olarak kalmasıdır. Şafakların sökmesi de geceye evirilmesi de elitler sayesinde/yüzünden gerçekleşmiştir. Ancak alternatiflerin tasfiyesi nedeniyle esasen dostlar arasında yaşanan bu belirlenme süreci daha sonra bize demokrasi yandaşları ve karşıtları arasındaki mücadele olarak sunulabilmektedir.

Kısaca, söken şafağın gerçekten gündüze evirilmesi için mücadele eden asıl taraflar, (farklı biçim ve oranlarda) en başta tasfiye edilirken, ortada müstakbel iktidar için birbirlerini tasfiye etmeye çalışan ve eden dostlar kalır. Sonra bu tasfiyeci dostlar arasındaki rekabetin tarafları bize demokrasi mücadelesinin iki ucu olarak sunulur.

Çoğu zaman sahne gerçekten nihai olarak iki gruba kalır. Ancak sahici ve kalıcı bir demokrasinin yerleşmesinde, toplumsal cinsiyet, sınıf, taşra-şehir ayrımcılığına dayalı eşitsizliklere ve kolektif kimlikler düzleminde kast sistemine karşı sahici muhalefet, pratikte güçlü olmasa da etkili olacaktır ve hatta entelektüel düzeyde epistemolojik kopuş niteliğinde dönüşümler sayesinde bazen belirleyici de olacaktır.

Günümüzde de epistemolojik kopuş için, iki yüzyıldır dillere pelesenk olmuş eşitlik, özgürlük ve adalet gibi mottoların ve onların üstünü örtmek üzere sıkça kullanılan kardeşlik ve benzeri kavramların, dünya ve Türkiye demokrasi tarihinde yaşanan deneyimler dikkate alınarak bugün yeniden tartışılması elzem görünmektedir.


Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme. (İletişim için: [email protected])

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bilmez Hocadan Tarih Tersleri Arşivi