Okullar açılmasa ne olur?

Okullar açılmasa ne olur?
Eğitimin yapısının değişmesi üretim ilişkilerinin yapısının değişmesinden bağımsız değil. Özel mülkiyetin varlığından beri eğitimin yapısı içinde değişmeyen tek ve en önemli şey “iktidara olana itaat”i sağlaması.

Okulların hiç açılmadığını hayal edemiyoruz değil mi? Sanki insanlık tarihinin başlangıcından beri okul hep vardı. Eğitim vardı evet ama okul yoktu. Devletlerin denetiminde olan okulun geçmişi sadece iki yüzyıl öncesine dayanıyor.

Okulsuzluk üzerine önemli çalışmalar yapan Amerikalı psikolog Peter Gray “Çocuğum Okulu Sevmiyor” kitabında 19. Yüzyılda okulların kurumsallaşmasını şöyle anlatıyor;

“Ondokuzuncu yüzyılın başlarında, Avrupa çapındaki kiliseler siyasi gücün dışına itildi ve devletler gençleri eğitme görevini devralmaya başladı… Hükümet ve sanayi liderlerinin başlıca eğitim kaygısı, insanları okuryazar yapmak değil, insanların ne okudukları, ne düşündükleri ve nasıl davrandıkları üzerinde kontrol kazanmaktı. Eğitimdeki laik liderler devletin okulları kontrol etmesi ve çocukların bu okullara gitmesinin yasayla zorunlu kılınması durumunda devletlerin her yeni vatandaş neslini ideal vatanseverler ve işçiler olarak şekillendirebileceği fikrini savunuyorlardı”

Eğitimin yapısının değişmesi üretim ilişkilerinin yapısının değişmesinden bağımsız değil. Özel mülkiyetin varlığından beri eğitimin yapısı içinde değişmeyen tek ve en önemli şey “iktidara olana itaat”i sağlaması. Okulsuz hareketinin başlangıcının bütün dünyada özgürlük rüzgarlarının estiği 1970’lere dayanması tesadüf değil.

Okulsuzluk hareketi dünya üzerinde giderek yaygınlaşıyor. Bazı demokratik ülkeler zorunlu eğitimi yasalarından çıkarıyor. Okul eğitimi Amerika, Kanada, İngiltere ve Yeni Zelanda’da gibi ülkelerde zorunlu değil ve okulsuzluk çok yaygın. Amerika’da okulsuz çocuk sayısı yaklaşık 4 milyon.

Okulsuz eğitim hareketinin savunucuları, çocukların gelişim zamanlarının ve ilgi alanlarının birbirinden farklı olduğunu kabul ederek, en iyi öğretmenin; okuldaki gibi bilginin aktarımı yoluyla değil çocuğun zaten doğasında varolan merak yoluyla keşfederek gerçekleşeceğini savunuyorlar.

Çocukların gelişim zamanlarının birbirinden farklı olmasını en iyi çocukların okul öncesinde kazandıkları becerilerine bakarak anlayabiliriz. Çocuklar yürüme ve konuşma gibi birçok beceriyi bizim herhangi bir eğitme çabamız olmadan yaşamın içinde öğrenirler. Tabi ki koşulların uygunluğu öğrenmelerini hızlandırıyor. Kalabalık ailelerde mesela çocuklar daha erken konuşmaya başlıyor.

Peki erken öğrenmeleri önemli mi?...Çocuklarımız beklenenden daha geç yürüdüğünde ya da konuştuğunda biz neden kaygılanıyoruz? Bütün çocuklar eninde sonunda yürürler ve konuşurlar. Okulda da çocuğumuz okuma yazmayı arkadaşlarından daha geç öğrendiğinde kaygılanıyoruz ve öğrenmeleri için üzerlerinde baskı kuruyoruz. Çünkü artık akademik eğitimleri başlamıştır. Birinci sınıftan itibaren başarı durumu bütün akademik hayatını, dolayısıyle bütün yaşamını etkileyecektir. Bu sebeple Türkiye’de alternetif eğitim ya da okulsuzluğu savunan birçok aile, çocuk ilkokul birinci sınıfa geldiğinde okulsuz fikrini terkedip akademik başarı odaklı okullara yöneliyor.

Yürüme ve konuşma gibi her çocuk okuma yazmayı da eninde sonunda öğrenir. Yalnız her çocuğun öğrenme zamanı ve şekli farklıdır ama okul sistemi bunu kabul etmez. Okul birbirinden farklı çocukları aynı yöntemle eğiterek aynı zamanda öğrenmelerini bekler. Birbirinden farklı 8 milyar insan var dünyada, birbirinden farklı 8 milyar parmak izi var ama 1. sınıfın 1. dönemi bittiğinde hepimizden aynı başarı beklenir.

“Sanki tavuk ya da domates yetiştirmekten bahseder gibi, çocuk yetiştirmekten bahsediyoruz. At eğitmekten bahseder gibi çocuk eğitmekten bahsediyoruz. Bunu atın ya da çocuğun bu eğitimi veya faydalarını birey olarak isteyip istemediğini fark etmeksizin yapıyoruz. Eğitim eğitilenin iradesinin bastırılmasını gerektirir.”

Çocuklar bir işçi gibi yıllarca sabahın köründe sıcak yataklarından çıkıp -aynı fabrikadaki üretim bantları gibi sıralanmış- soğuk sıralarda, mesai bitimini bekler gibi okulun paydosun gelmesini beklerler.

Gray, bir hapishane olarak tanımlar okulu;

“Okula giden herkes okulun hapishane olduğunu bilir ama okul yaşını geçmiş neredeyse hiç kimse bunu söylemez. Kibar değildir. Hepimiz bu gerçeğin yanından parmak ucundan geçeriz; çünkü bunu kabul etmek acımasız görünmemize ve önemli olduğunu düşündükleri şeyi yapan iyi niyetli insanların hedef gösterilmesine neden olacaktır. Bütün o iyi insanlar nasıl çocuklarını hapishaneye gönderebilir veya çocukları hapseden bir kurumda çalışabilirler? Özgürlük ve hür irade ilkelerini temel alan demokratik hükümetimiz nasıl çocukların ve ergenlerin günlerinin önemli bir bölümünü hapishanede geçirmelerini gerektiren yasalar yapabilirler? Tanıdığım çoğu insan gibi ben de devlet okulu yıllarını baştan sona geçtim. Kızkardeşim, iki kuzenim ve birçok değerli arkadaşım devlet okullarında öğretmendi. Bu iyi insanların –çocukları seven ve onlara yardım etme görevine tutkuyla atılan bu iyi insanların- onları hapseden bir sistemin suç ortakları olduğunu nasıl söyleyebilirim?”

Okulun da çocuklar için bir hapishane olduğunu biliriz peki neden göndeririz ve bu sistemde başarılı olmaları için baskı yaparız. Çünkü sistem çocuklarımız için başka bir hayatta kalma şansı tanımaz. O diplomalar alınmak zorundadır. O diplomalar için çocuklarımız, çocuklukları ve gençlikleriyle o bedelleri ödemek zorundadır. Çılgınlık öyle bir hal alır ki, çocuklarımızı soğuk okul sıralarında tutabilmek için onlara daha çok psikolojik etiketler yapıştırıp daha çok psikiyatrik ilaçlar kullandırırız. Gençlerimizi sınav kaygıları yüzünden intiharlara sürükleriz…

Parayla kurduğumuz ilişkiye benzetirim okulsuzluğu. Paranın hayatlarımızı nasıl mahvettiğini biliriz ve paranın olmadığı bir dünya isteriz. Ama bütün hayat para ilişkileri üzerine kurulmuştur. Paran yoksa yaşayama hakkın yoktur. İstemesen de bütün yaşamını sevmediğin paraya göre belirlersin. Bir ömrü de bedel olarak ödersin. Böylece paranın olmadığı bir dünyayı hayal edemediğimiz gibi okulun olmadığı bir dünyayı da hayal edemeyiz.

“Herkes biliyor zarların hileli olduğunu…

Herkes biliyor geminin su aldığını…”*

AMAÇ İTAAT EDECEK ÇOCUK YARATMAK

Sistemin dışında bir yol arandığında da yasalar engel olur. Türkiye’de yasal olarak 6-14 yaş arası çocukların okula gönderilmesi zorunlu. Her ne kadar bizim ülkemizde cemaat yurtları -okuldan daha büyük hapishaneler- bu yasayı delse de…

Okul, çocuğunun zihnini boş bir kase gibi görür. Bilgi sanki kepçeyle öğretmenin zihninden çocuğun zihnine boşaltılabilecek bir çorbadır. Öğrenme sürecinin böyle gerçekleşmediğini biz yetişkin deneyimlerimizden biliyoruz. Hatırlayalım ne tür bilgiler bizim aklımızda daha çok kalır? İlgi ve ihtiyaç duyarak ulaşmaya çalıştığımız bilgiler... En etkin öğrenme böyle gerçekleşir. Okulsuzluk savunucuları çocukların ilgi ve ihtiyaçlarını artıracak ve karşılayacak ortamlar yaratarak öğrenmeyi sağlarlar. Bunun için en uygun ortamın doğa ve oyun olduğunu savunurlar. Çocuğun kendi kendini yönetebilmesine izin verirler ve iradesini kırmazlar. Özellikle bizim gibi demokratik olmayan ülkelerin okullarında eğitimden amaç iradesini kontrol edeceğimiz, itaat edecek çocuklar yaratmaktır.

Yasal zorunluluk olmasa da diplomalardan vazgeçsek de okulsuzluğun birçok handikapı var. Çocuğun öğrenmesinin bütün sorumluluğunun ebeveynlerin üzerinde olması, ebeveynler için ağır bir yüktür. Çalışmak zorunda olan ebeveynlerin okul olmazsa çocuklarının bakımıyla ilgilenecek insan ve ortam bulmaları mümkün değildir. Çocukların tek sosyalleşme alanları olan okullara olmayınca sosyalleşecek alan bulamazlar.

ÇOCUKLARIMIZA GÜVENELİM

Bu soruları tam karşılamasa da şöyle cevaplar verilebilir. Ebeveynler özellikle anneler zaten evlerde yardımcı öğretmen gibi çalışmıyor mu? Çalışma saatleri zaten okul saatlerinden daha uzun, okul saatleri dışında çocuklarla ilgilenen birileri yok mu? Ya da çocuklar zaten ebeveynleri çalıştığı için erken yaşlarda evlerinde yalnız değil mi? Çocuklara okul dışında sosyalleşme alanları yaratamaz mıyız? Çocukların yapılandırılmamış, serbest zamanlarının olmadığı okul gerçekten sosyalleşme alanı mı?

Bugün kız çocuklarının okula gönderilmemesinin, çocuklara okuldan daha büyük hapishanelerin konuşulduğu bir ülkede benim bahsettiklerim epey ütopik kalıyor. Bu yazıyı yazmamın sebebi sadece yeni bir “eğitim” dönemi başlarken –kızımın öğretmeninin de bu yazıyı okumaması için dua ederken- okul ve ders başarısı konusunda çocuklara karşı daha anlayışlı olmamız. Onların sezgileri bizimkilerden daha güçlü ve sağlıklı. Onları dinleyelim ve onlara güvenelim.

*Leonard Cohen/ Everybody Knows Şarkısı


Meliha Yıldız: 1975’te, cinsel istismar da dâhil birçok ihmal ve olumsuzluğun yaşandığı bir evde doğdu. Kırk dört yaşına geldiğinde, bir video-röportajla yaşadığı cinsel istismarı anlattı, bu onun için mağdurluktan aktivistliğe giden yolculuğun başlangıcı oldu. Türkiye’de, aile içi cinsel istismarın “mağdur” tarafından anlatıldığı ilk kitap olan Kutsal Tecrit’i 2021 yılında yazdı. Çocuğun cinsel istismarıyla ilgili yaptığı çalışmaları https://melihayildiz.org/ sitesinde paylaşmaya devam ediyor

Öne Çıkanlar