Mutluluğun bir şehri var!

Mutluluğun bir şehri var!
Çoğu zaman durumumuz Ursula Le Guin’in kaleme aldığı kusurlu ütopya şehir Omelas’da yaşayanlara benziyor. Yaşanan eşitsizliklere, adaletsizliklere kendi rahatımız için sessiz mi kalacağız yoksa şehri terk edecek miyiz?

Meliha Yıldız


İlk gençlik yıllarımızda hayattan beklediklerimizin başında gelen “mutluluk” , ilerleyen yıllarda yerini “huzur”a bırakır. Onca deneyimden sonra “acı olmasında, artık mutlu olmasa da olur” deriz. Ya da mutlu olmanın hiçbir zaman mümkün olamayacağını düşünürüz.

Hayalini kurduğumuz mutluluğun, yaşandığı bir yer var aslında Ursula Le Guin’in kurduğu. Adı Omelas. Omelaslıların bir günü şöyleydi;

“Yaz şenliği, deniz kıyısındaki parlak kuleli Omelas kentine kırlangıçları havalandıran çan sesleriyle geldi. Limanda salınan teknelerde bayraklar dalgalanıyordu. Kırmızı damlı evler ve resimlerle süslü duvarlar arasındaki sokaklarda, mazıların büyüdüğü eski bahçeler arasında ve ağaçlı bulvarların altında, büyük parkların ve kamu binalarının yanlarında geçit alayları yürüyordu. Bazıları gösterişliydi: Mor ve boz renkli, uzun, süslü giysilere sürünmüş yaşlı insanlar, mağrur zanaatkârlar, kucaklarında bebekleri, gevezelik ederek ‘yürüyen şen kadınlar’. Kimi sokaklardaysa müzik daha bir hızlı çalıyor, gonglar ve davullar gümbürderken insanlar dans ediyordu. Yürüyüş değil danstı sanki bu…”

Omelas’ta insanların mutlulukları basit bir neşeden ibaret değildi. “Mutluluğu aptalca bir şey olarak görüyoruz. Sadece acı entelektüel, sadece kötülük ilginç geliyor bize. Sanatçının ihaneti bu: Kötülüğün sıradan ve acının müthiş sıkıcı olabileceğini bir türlü kabul edememek. “

Omelasta krallar yok, kılıçlarda… Din var ama din adamları yok. Askerler de yok. Teknoloji var ama gerektiği kadar. Monarşi ve kölelik olmadığı gibi, işlerini borsa, reklamlar, gizli polis ve bombalar olmadan da görüyorlar.

Tek bir şey eksik Omelas’ta “suçluluk duygusu”…

Bu şehrin kamu binalarının bodrumu ya da ferah evlerden birinin mahzeninde bir çocuk yaşar. 10 yaşlarında ama 6 yaşında gösterir çocuk. Bacakları incecik. Her gün yediği yarım tas mısır lapası. İki adım eninde üç adım boyunda karanlık bir mahzen… Çocuk çıplak. Dışkılarının üzerine tünemiş. Kalçaları ve baldırlarında yanıklar oluşmuş dışkıdan. Burnunu karıştırıyor, ayak parmakları ya da cinsel organıyla oynuyor. Süpürgelerden korkuyor…

Artık konuşmayı unutmuş, kurduğu tek cümle; “Lütfen bırakın beni, iyi olacağım”… Suçluluk duygusunu bilmeyen Omelaslıların yerine çocuğun taşıdığı cümle.

Bütün kent bu çocuğun orada yaşadığını bilir. Hatta ergenlik döneminde gençler ya da bazen yaşlılar çocuğu ziyarete gelir. Görenler günlerce etkisinden kurtulamaz ama sonrasında durumu kabul eder. Çünkü bütün kentin mutluluğu ve refahı o çocuğun sefaletine bağlı…

Çoğunluğun mutluluğu için birilerinin feda edilmesi kaçınılmazdır. Zaten çocuk mahzenden çıksa daha iyi bir hayat yaşayamayacak. Korkudan kurtulamayacak kadar uzun süre korkarak yaşamış. Alışkanlıkları insanca muameleye uyum gösteremez. Omelaslılar teselli ederler kendilerini. Şunu çok iyi bilirler kendi çocuklarının mutluluğu bu çocuğun o mahzende kalmasına bağlıdır.

Mahzeni ziyaret edenlerden bazıları evlerine geri dönemezler. Omelas’ı terk ederler. Karanlıkta nereye gittiklerini bilmeden yürürler. Nere gittikleri belli değildir ama kentin mutluluğu için birilerinin feda edilmesini kabul etmezler. Giderler, kendi mutluluklarını feda ederler.

Yüzyıllardır soruyoruz, doğru olan hangisi? Şehre geri dönmek mi şehri terk etmek mi?


Meliha Yıldız: 1975’te, cinsel istismar da dâhil birçok ihmal ve olumsuzluğun yaşandığı bir evde doğdu. Kırk dört yaşına geldiğinde, bir video-röportajla yaşadığı cinsel istismarı anlattı, bu onun için mağdurluktan aktivistliğe giden yolculuğun başlangıcı oldu. Türkiye’de, aile içi cinsel istismarın “mağdur” tarafından anlatıldığı ilk kitap olan Kutsal Tecrit’i 2021 yılında yazdı. Çocuğun cinsel istismarıyla ilgili yaptığı çalışmaları https://melihayildiz.org/ sitesinde paylaşmaya devam ediyor.

Öne Çıkanlar