Kırk kapının kilidi

Kırk kapının kilidi
İki yanda da kırk kapı, kırk kilit birikmiş; toplumsal barış, birlik ve kardeşçe düzen, halen “kıldan ince bir köprü”. Bu seçim, o kilitleri açacak, o köprüleri aşacak eşiklerden biri sadece. Daha nice köprüler kurulacaktır; “geçebilirsen gel beri”.

“Hakikat bir gizli sırdır/Açabilirsen gel beri” (Hatayi)

Şimdilerde popüler tabirle “trend” olmuş olabilir; ama Kılıçdaroğlu’nun “Alevi” başlıklı videosundan önce de içinden geldiği toplumun pek çok ortak özelliğini yansıtan kayıtlarına yakınlık duyan çoktu. Mutfağının ve hayatının sadeliği, kendisinin naifliği gibi her kesimden destekçisinin kuracağı yakınlıktan öte, Aleviler bakımından arada başka türlü bir bağ olduğu aşikâr. “Kılıçdaroğlu ile hikâyelerimiz epey benzer”. Bu cümleyi, tahminim o ki milyonlarca Alevi birey daha önce kurmuştur, şimdi de rahatlıkla kurar. Memleketin bir dağlık Alevi köyünde, “her şeyden uzak ve yoksul bir evde” doğmuş; nüfus da yoksulluk da artınca büyük şehrin yolunu tutmuş; hem yokluk hem kimliğinden zorluk içinde, çalışabilmişse çalışmış, okuyabilmişse okumuş… İlle de “okuyana” el verilmiş; zira başka türlü tutunmak, hele hele “sınıf atlamak” zor. Elden düşme kıyafeti, daha önce okumuşların kitapları, eşin-dostun katkısı; sonra bursu, kredisi, aile dayanışması derken her evden bir memur, öğretmen yahut bir masa başı iş tutan çıkarsa ne âlâ. Ondan iyisi can sağlığı. Mülâkatlı makamlardan pek Alevi türküsü yok bildiğim.

“E bunlarda ne var canım, çoğu insanın hikâyesi böyle!” denebilir. Doğrudur; kimi daha iyi kimi daha kötü, onca hikâyede bunlara rastlanır. Ama bütün bunları bir de “öteki” olarak yaşayanlar için, diyelim mevzubahis Alevilerse, madalyonun öte yüzünde hep kimliğini saklamalı yahut diline dolamalı, yüzüne vurmalı, kulağına küpeli, enseye şaplaklı nice hikâye var. Kaç kuşak yetişmiştir kentlerde, “Aman kendini belli etme” tembihleriyle büyütülmüş. Geçmişi kuşak kuşak sadece “nostalji” ile hatırlayanlar var; moda giyimler, pop şarkılar. Bilen bilir, “Eski Türkiye”de de manzara, kimine şak şak ise kimine hep bir “şefkatli şaplak”tı hani. Milletin kimi unsurları için başa kim gelirse gelsin baştacı makamı değişmez; kimi unsurlar için de tekmeyi kim atarsa atsın oturacağı yerin acısı.

KILIÇDAROĞLU’NUN VİDEOSUNDAN SONRA BİR KATARSİS YAŞANDI

Onca başka ve büyük acılar yaşanmış; bir şaplaktan travmatik drama çıkaracak değilim elbet. Bütün bunları birer “şahsi ve hazin hikâye” olmaktan çıkaran şeyi tam olarak doktorada Alevilik çalışırken gördüm. Anadolu’nun Alevi köylerinden büyükşehirlere ve yurtdışına uzanan göç güzergâhında, nice insanın hikâyesini dinledim. Gördüm ki tek tek bireyler, katı öğretmenler, kötü komşular, anlayışsız yöneticiler, ağzından kaçanlar, bilmeden yapanlardan öte iki taraflı işleyen bir toplumsal hafıza var ve bunun bir tarafı biteviye ayrımcılık kaydediyor.

Bir değil iki değil, kaç sefer muteber mesleklerin sınavlarında derece yapmış ama her seferinde de mülakatta elenmiş bir genç hukukçu örneğin. Başka köylerin yoluna “kat atılırken” kendi köylerinden neden asfalt esirgendiğini sorunca “Mezhepçilik yapma!” diye uyarılan muhtar; Ramazan’da “neci olduğu anlaşılır” diye işyerinde yemek kartı almayan memur; Alevi mahallesinden ötede su içmekten çekinen gençler… Eşi Sünni olup, kendi öz çocuğundan “Anne sizin sırtınız sarıymış, doğru mu?” sözünü duyan anne; şantiyede Kızılbaşlar, mum söndürenler temalı fıkralara gülüşen ustalara çatmamak için dudağını ısıran işçi; komşusundan “Biz Kızılbaş elinden yemez içmeyiz” sözünü duyan kadın… Oruç tutmadığı halde sahur vakti kalkıp ışığını yakanlar; yurtlarda, okullarda, işyerlerinde namaza, ‘hiç değilse cumaya’ çağrılanlar; sınav kâğıdına işaret konanlar, işyerinde fişlenenler, kapısına çarpı atılanlar… Her birinin dozu, vurgusu, ölçüsü farklı ayrımcılıklar. Kiminde sadece kınanmak var kiminde açık-örtük aşağılama ve hakaret; mülakatta elenme, hizmet alamama, işinden olma, önü kesilme gibi şeyler neredeyse spordan sayılır. Zira hedef gösterilme, açık tehdit, daha şu son elli yılda kaç defa doğrudan katliamla yüzleşmiş bir topluluktan bahsediyoruz.

Kolay mıdır böyle bir hafıza taşıyıp, her şeyi açık etmek, açıktan söylemek? Kılıçdaroğlu’nun “Ben Aleviyim” dediği videonun ardından, adeta bir katarsis gibi yüzlerce, binlerce “Ben de Aleviyim” yorumu ya da paylaşımının gelmesi, bunların pek çoğunun da hayatının bir yerinde Aleviliğini gizlemek durumunda kalmış insanların kısa hikâyeleriyle örülmesi başka nedendir?

***

“Sabır ilmi derler sırdan gelirim” (Nesimi),

yahut “Sırrını eller duymasın” (Muhyiddin Abdal)

Alevilikte “sır-giz” söyleyişi, evet inancın gnostik niteliğiyle de ilişkilidir; ama bunda, Alevilerin yüzyıllara dayalı tarihinin biriktirdiği kötü izler de etken. Şu yukarıdaki örneklerin fazlasını ben geçtiğimiz 10 yılda derledim, 21. yüzyılda! Siz bir de onyıllar, yüzyıllar öncesini düşünün! 16-17. yüzyıllarda uğradıkları kıyım ve takibatın ardından, hayatta kalanları dağlık, kuytu, ulaşılması güç yurtluklara sığınmışlar. Yüzlerce yıl devletle ve hâkim çoğunlukla asgari ilişki kurarak kendine yeter dünyalarında “yol-erkân yürütmüşler”; gizli cem olmuş, gizli muhabbet tutmuşlar. Öyle öyle inanç ve kültürlerini geçen yüzyıla taşımışlar.

Cumhuriyet idealine Alevilerin sıkı sıkıya sarılması boşuna değildir; onlar için Cumhuriyet, yüzyıllar sonra devlet katında da toplum içinde de ilk kez hukuken varlıktan, fiilen insandan sayılmak demek. Gerçi Cumhuriyetin ilk yüz yılı dolarken, geriye dönüp baktıklarında inanç değerleriyle, politik kimlikleriyle değil ancak “bir kültürel öge” olarak makbul sayıldıklarını görüyorlar; belli aralıklarla kendilerini kökünü ta Kerbela’da kurdukları bir “katliamlar hafızasının” devamında buluyorlar; tarihlerinde ilk kez kitleler halinde şehirlere göçüp şehirlerde “diğer herkes gibi” yaşayamamış olmamalarına hayıflanıyorlar; ibadethanelerinin yok sayılmasından zorunlu din derslerine, ayrımcılık hikâyelerinden kamusal görünürlüğü olmamaya, onca çözülmemiş dertten mustaripler.

Yine de bugün gelinen noktada Alevilerin bunları yazıyor, konuşuyor, tartışıyor, meydanlarda-salonlarda dile getiriyor olması bir yol alındığı gösterir. Binlerce cemevi ve kurum; medyası, yayınları, sanatçıları, aydınları, bürokrat ve siyasetçileri ile Alevi temsilinin geldiği nokta az değil. Bütün bunlar, Alevi toplumunun ve hareketinin özellikle son elli yıldaki çabaları bir tarafa, Kılıçdaroğlu’nun da vurguladığı gibi, evvela Cumhuriyet’in yüzyıllarca hem yoksul bırakılmış hem yok sayılmış Alevilere uzattığı elin de eseridir.

Evet, Cumhuriyetin Alevilere bakan bir yüzü hep inkâra dönüktü; onca farklı iktidar döneminde bırakalım valisini generalini, rektörünü başkanını, şöyle göstermelik olsun, göz önünde makamları Alevilere hep uzaktı. Ama öteki yüzünde şimdi, bir Alevi birey, Cumhurbaşkanlığına aday durumunda.

Aleviler on yıllarca televizyon ekranlarında dini sohbetler, filmler, yer yer kendilerine hakaret eden simalar izlediler. Onca film yapıldı, onca dizi çekildi; onca program, radyo yayını, resmi tören… Nasıl ki bir vakte kadar Meclis tutanaklarında Kürtçeyi tarif eden “bilinmeyen dil” idi; Aleviler de bu ülkenin “bilinmeyen hâl”i oldular. Arzuhal eyleseler deftere sığmazdı ama tecahül-i arif de işte meşhur sanatlarımızdan. Hâlleri bilinmedi, yolları sayılmadı, yüzleri görünmedi. O kadar görünmedi ki yıllarca o ekran heyecanını yaşamak için Ramazan’ı bekleyen Aleviler olmuştur. Her Ramazan’da bir sefer olsun Çağrı filmi yayımlanır, bir kez olsun Hamza’nın “Ve Ali…” dediği sahnede Zülfikar’ın ucu görünür… Tıpkı yüzü görünmeyip cismi Zülfikar’a yüklenmiş Ali gibi, Aleviler de yüzleri görülmese, isimleri anılmasa da var olduklarının heyecanını o birkaç saniyede dolular dolusu yaşarlar.

Bütün bunları tam da yaşandığı hissiyatla anlamak için, Alevi olmak şart değil; ama hiç değilse ömrünün bir yerinde, bir kez olsun, böyle büyük bir mutabakatla görmezden gelinmiş, görülünce hor görülmüş, sayılınca ancak yok sayılmış olmak belki giriş kapısıdır.

“ALEVİ” BAŞLIKLIKLI VİDEO VE KARDEŞLİK HUKUKU

Şimdi bir cumhurbaşkanı adayının “Ben Aleviyim” videosunu, bir de böyle bir topluluğun gözünden düşünün. Kılıçdaroğlu’nun Alevi olması sır mıydı? Değildi. Hiçbir yerden bilinmese, seçim meydanlarında, adaylık tartışmalarında, siyasi rakiplerinin söz ve imalarında defalarca dile geldi. Sadece iktidar kanadı da değil; sağda Ağıralioğlu’dan solda Ahmet Şık’a, geçtiğimiz aylarda nice siyasetçi Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ihtimalini açık-örtük “Ama Alevi…” şerhiyle ifade etti. “Kazanacak aday” tartışmaları hep dönüp dolaşıp “Alevi’den olmaz…” şerhine takıldı.

Kılıçdaroğlu, –görebildiğim kadarıyla en az 2009’dan beri- bütün bu söylemler karşısında hep aynı tutumu takındı: Aleviliğini ne öne çıkardı ne de inkâr etti. Cumhuriyet Halk Partisi’nin bir mensubu olarak, inancı-mezhebi-kimliği-kökeni ile değil partisinin dayandığı ve şahsen benimsediği ilkelerle konuştu. Ki neden bir siyasetçi inanç kimliğini açıklamak durumunda olsun? Kendisine yönelen ya da ima edilen sözler karşısında kimliğini açıktan ifade etmeyen bir tutum takınması belki en çok Alevilerce eleştirilmiştir. Geçtiğimiz ay seccade tartışmalarıyla seçim sürecinde konunun yine dönüp dolaşıp buraya geleceği belli olunca, Kılıçdaroğlu ilk kez tutumundaki değişimin sinyalini vermişti.

“Alevi” başlıklı video, muhtemelen, daha önce defalarca kimliğini açıklamaya ya da açık açık söylemeye davet edilen Kılıçdaroğlu’nun, seçim yarışında kimliği üstünden yönelmesi muhtemel ima, itham ve saldırıların önünü almaya dönüktü. Video, yoğun etkileşim yarattı ve olumsuzlayıcı-provokatif yorumlar da almış olmakla beraber, Alevilerle sınırlı kalmayan çevrelerde, genellikle samimi, sakin, barışçıl, birleştirici ve olumlu bir adım olarak yorumlandı.

Kılıçdaroğlu, kendinden emin bir dinginlikle, kimliğini ne inkâr eden ne yücelten, varlığının bir parçası olarak kabullenen; kimliğine değil, kimi insanı-ahlaki değerlere vurgu yapan bir tonda konuştu. Toplumu kimlikçiliğin getirdiği ayrışma ve çıkmazdan kurtulmaya davet eden bir kayıt düştü. İlki “Kürtler” olan, muhtemelen devamı da gelecek bu kısa notlarla, Cumhuriyetin ilk yüzyılında eksik kalan ideali andı. Hatalarla yüzleşecek bir profil çizdi. İkinci yüzyılı var edecek gençlere seslendi; bunca ötekileştirilmiş kimlik arasında, bunca kutuplaşma arasında yetişen gençlere ve bütün seçmenlere “kardeşlik hukuku”nu hatırlattı.

BİR “PANDORA KUTUSU” DAHA AÇILDI

Evet, Kılıçdaroğlu’nun Aleviliği sır değildi. Giz değildi. Ama bunca yıldır Aleviliğini saklayarak, gizleyerek, sır içinde yaşayan Aleviler için perdeyi aradan kaldıran bir eşik oldu. Bir siyasetçinin sadece aidiyetinden, kimliğinden hareketle alacağı oylar da kaybedeceği oylar da toplumun ayrışma düzeyini yansıtır ve toplumsal yarılmadan ötesine hizmet etmez. Kılıçdaroğlu kazanır, kaybeder; siyasettir. Her durumda bu ülkeye, bu ülkenin bütün ötekilerine, kendisinin de içinden geldiği Alevilere birkaç dakikalık kıymetli bir kayıt bırakmış oldu. Bu kayıt, gazetelerin düştüğü habere göre birkaç günde Twitter tarihinin en çok izlenen videosu olmuş.

Sayılar artar eksilir, gündelik tartışmalar gelir geçer. Eğer bir hakikat varsa şu ki bu seçim sürecinde toplumdaki bir “pandora kutusu” daha açıldı ve –en azından şimdilik- görüldü ki korku ve kötülük kaynağı kutunun kendisinde değil, onu içinde taşıyanlardadır. “Hakikat bir gizli sırdır/Açabilirsen gel beri” demiş Hatayi. İki yanda da kırk kapı, kırk kilit birikmiş; bunca hafıza yükü bir anda çözülüp dağılacak değil. Toplumsal barış, birlik ve kardeşçe düzen, halen “kıldan ince bir köprü”. Bu seçim, o kilitleri açacak, o köprüleri aşacak eşiklerden biri sadece. Daha nice köprüler kurulacaktır; “geçebilirsen gel beri.”


Cemal Salman: İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi. Mekân kuramı ve politikası, toplumsal hafıza, kentsel kuram-kent sosyolojisi, göç, toplumsal değişme ve diaspora üzerine kafa yoran Salman, daha özelde ve yoğun olarak Alevilere, kısmen de Suriyeli göçmenlere dair çalışmalar yürütüyor. Bu konuları kesen tek-ortak yazarlı kitapların ve diğer akademik yayınların yanı sıra şiir, sinema ve müziğe düşkün; dinlemeyi, izlemeyi ve yazmayı seviyor.

Öne Çıkanlar