Kılıçdaroğlu ve "Kürdün feraseti"

Kılıçdaroğlu ve "Kürdün feraseti"
Seçime giderken Kürt siyasi hareketinin devletin hastalık üretici virüslerine karşı tutarlı ve usta yanıt vermesi, “Kürdün feraseti” diye nitelendirilmektedir. Bu doğru niteleme olmasına karşın Kürdü anlamaya yetmediğine dair işaretleri de içermektedir.

Haluk Çeliktaş

Bugün dünyayı saran ve insanın üretebilen niteliğinin en üst aşaması olan bilişim altyapılarını-ağları kullanarak kendisine iktidar devşiren ve her geçen gün daha da güçlenen veri toplama merkezleri, mail altyapıları, sosyal medya ve tüketim aplikasyonlarının en büyük kozları ağın karmaşıklığına ve dolayısıyla kavranamazlığına insanları inandırmış olmalarıdır.

Oysa verilerimizin nereye gittiğini, son işlendiği yerlerden biri olan ve her gün internete girdiğimizde önümüze düşen, ihtiyaç ve tüketim eğilimlerimizi şekillendiren ürün reklamlarından anlayabiliyoruz.

Yer altında, yol kenarlarında, havada ve diğer kent altyapılarında her yanı kuşatan büyük ağın en zayıf noktası insanın iradesidir. Kendimize ait veriyi vermediğimizde koskoca ağ işlevsiz kalıyor. Dünyanın bilinmez köşelerine dikilen barakalardaki veri depolama ve işleme merkezleri sonuç almıyor. Büyük bilişim ağından sürekli bilgi toplayan uygulamalar gibi yıllarca Türkiye toplumunun verilerini ve açıklarını biriktirerek bunu topluma karşı kullanan bir devlet-başkan yapısının artık kendisini tedarik edemediği bir dönemde çıplak şiddetle ve farklı dikkat dağıtıcı provokasyonlarla ayakta kalmaya çalışması karşısında dönemsel de olsa asgari bir müşterekte mutabık kalmış ve geleceğe dair iyi ve gerçekçi umutlar besleyen nitelikli bir kitle var.

Ama toplumdaki genel bir söyleme de dikkat etmek gerekiyor: Ne yapıp edip bu seçimi alırlar yine! Hayır, ne yapıp edebildiklerini biliyoruz artık. Ağ kavrayamayacağımız bir şey değil. Sadece oyumuzu, yani bilgimizi takip etmek bile büyük sonuçlar alıyor. İstanbul seçimlerinde böyle olmadı mı? Üzerine oynadıkları şey, ‘senin anlayamadığın güçlerim var’ diyerek irade kırmaktan başka bir şey değildir. Sonraki tehlikeler ise çıplak ve görünür şiddettir. Bu da insandaki özgürlük eğiliminin baş edebileceği bir şeydir, kaderinde vardır.

Bugün başta Kılıçdaroğlu ve iktidar içinden gelmiş ve oranın ruh halini iyi bilenlerin seçim yaklaşırken muhtemel tehlike ve provokasyonlara karşı dikkatli olunması çağrısı anlamlıdır.

KILIÇDAROĞLU’NU ANLAMAK

Tarihi sadece ilerlemeci perspektiften ele aldığımızda birçok çabanın başarısız olduğundan karar kılabiliriz. Oysa başlangıçta zaten var olan potansiyelin elle tutulur niteliksel varlıklara dönüşmesi için bir iç devinimin izini (sezinlemek) doğru sürmek gerekir. Ve o zaman geldiğinde ise uzun bir birikimin ve emeğin sonucu zaman ve mekanın hazırlamış olduğu çok kritik bir an gelir ve o artık doğum anına eş değerdir. Ya doğru bir iradi müdahaleyle büyük bir sonuç alınacak ya da heba olmasa bile ikinci bir döngünün koşullarının daha sert geçmesine neden olacaktır.

Bir Ankara sabahında Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a adalet yürüyüşüne başlamasına tanık olmuştuk. O dönem iktidara karşı CHP’nin yapabileceği siyaset açısından yeni ve etkili bir hareketti. Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışını aynı zamanda parti içindeki hiziplere bir cevap ya da onları etkisiz kılma hareketi olarak okuyanlarımız da olmuştu. Her ikisi de CHP’nin iç deviniminde bir ileri aşama olarak görüldü ve sonrasında gerçekleşen yerel seçim başarılarının köklerini o döneme hatta Baykal sonrası CHP’deki boşluğu iyi görüp genel başkanlığa gelmesine kadar uzatabiliriz.

Peki bütün bunlar iyi bir niteliği ortaya çıkaran devinime örnekken HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için ‘anayasaya aykırı da olsa evet diyeceğiz’ kararını ve halen cezaevinde olan HDP yönetici ve milletvekilinin şahsında bir halkın yaşadığı durumu bu tarih içerisinde nereye koyacağız?

O dönem, devlet kararlarına karşı gelme gücü yoktudan, Kürtlerin Kılıçdaroğlu’nun demokrasi ajandasında olmadığına kadar geniş spektrumlu birçok tespitte bulunuldu. Kendi anı içinde bu tespitlerin birçoğu anlaşılabilir tespitlerdir. Ancak anı görüp gerçeğe dair tespitte bulunmak ta bir o kadar hatalı ve gerçeğin temsilinden uzak düşebilmektedir. An sadece ‘şey’in bir noktasına dair veri sunabilir. Gerçek ancak devinimin sonunda ‘şey’in büründüğü elle tutulabilir olan olarak algılandığında kendi gerçek temsilini bulabilmektedir. İyi olanın ortaya çıkma deviniminde analitik düzlem üzerindeki eğrisinin sürekli sağa ve yukarı doğru gitmesini beklemek çok da doğru sonuçlara götürmeyecektir. Adalet yürüyüşü ve anayasal dokunulmazlıklarda somutlanan çelişkileri anlamamız ve geldiğimiz noktada fotoğrafın tamamına dair doğru bir okuma yapmamız, tarih eğrisinin doğasını görebilmemizle ilgilidir.

PEKİ KILIÇDAROĞLU HEPİMİZİ KURTARACAK MI?

J Poul Sartre’nin herkesin kendi bahçesini düzenlemesi gerektiği metaforundan yola çıkarsak, Kılıçdaroğlu bulunduğu yer itibariyle Devlet’le olan yapısal bağından kaynaklı önce kendi bahçesinden sorumluydu ve yukarıda belirttiğimiz CHP içi süreçler ve karar silsileleri kendi bahçesine dair hamlelerdi. Şimdi ise talip olduğu mevki itibariyle devlet sathında yer alan bütün her şeye dair de kaçınılmaz olarak bir düzenleme sorunluluğuyla karşı karşıya olduğunu görüyor. Başına geçme ihtimali olan devletin tarihsel ve yapısal varlığı etnik olarak Türkçü, sınıfsal olarak burjuva eğilimli, cinsiyeti ise homofobik erkektir.

Ancak bir de bizim bahçemiz var. Yani bu ülkenin tarihsel olarak ezilen, yok sayılan ve sömürülen kesimlerinin. Bu bahçe Kürdün, sosyalistin, kadının, işçinin emekçinin ortak bahçesi. Bu bahçe devlet sathının sınırları içinde ve bugüne kadar büyük saldırılar ve talanlarla mücadele etti. Çok çiçek ezildi, çok ağaç devrildi ama o bahçe düşenin tohumlarından her defasında kendisini yeniden yeşertebildi, renklendirebildi. Ve bu bahçe, başına Kılıçdaroğlu da geçse, devlet denen tarihsel failin kendisine göre düzenlemek için her türlü müdahale hakkı ve meşruluğu gördüğü sınırlar içerisinde.

Peki Kılıçdaroğlu bu tarihsel devletin narsistik tedarikinin yıkıcılığına CHP’de yaptığına benzer bir düzenleme getirebilir mi?

CHP’nin içini düzenledikten sonra seçimler halen ufukta yokken İyip’e grup kurdurması ve Erdoğan’dan rahatsız olup kendisini çemberin dışına atan ya da Saadet gibi Erdoğan’a görülür düzeyde mesafe koyarak varlığını devam ettirmeye çalışan yapılarla kurduğu diyalog ve dizme biçimi kuşkusuz övgüyü hak etmektedir. Sonrasında altılı masayı terk eden Akşener’in içine düşeceği çıkmazı bilircesine sakince bekleyen ve istediğini alan oyun kuruculuk düzeyi iyi olana dair maddi düzeyde umut vericidir. Muharrem İnce’yle kamuoyu talebi sonucunda görüşmesi ve çekilmesi yönlü hiçbir cümle kullanmaması ve İnce’yi büyütebilecek, en azından gündemde daha güçlü tutabilecek bir koz vermemesi bir ince kişilik analizinin oldukça doğru yapılmasının sonucudur.

Bütün bu olumlu yönlerinin yanı sıra Kılıçdaroğlu’nun iyi olanı hakim kılma niyet ve fiillerinden bağımsız ezilenler açısından taşıdığı potansiyel riskler de büyüktür. Bu kadar iyi bir dizilimi yapan iyi niyetli birinin üzerinde yürüdüğü ve yürüyeceği devlet zemininin taşıdığı risklere karşı dikkatli olmak da bugünün ve eğer seçimlerde başarılı olursa geleceğin dikkat kesilmemiz gereken en büyük meselelerindendir.

Devletin Türkçü, mezhepçi, emek sömürücü, erkek yapısının taşıdığı hastalık üretici vürus ve parazitlerin ezilenlerin bahçesine bulaşma ihtimali de yüksek olacaktır. Bugün seçime giderken Kürt siyasi hareketinin bu dizilimlere karşı tutarlı ve ustaca yanıt vermesi, ezilenlerin iç dizilimindeki tutumunun yarattığı iyi ve güvende hissetme hali sık sık ‘Kürdün feraseti’ diye nitelendirilmektedir. Bu doğru bir niteleme olmasına karşın Kürdü anlamaya yetmediğine dair işaretleri de içermektedir.

KÜRDÜ ANLAMAK

Norveçli yazar Pet PETERSON ‘ At çalmaya gidiyoruz’ romanında şu çarpıcı ifadeleri kullanır: “İnsanlar onlara bir şeyler anlatmanızdan hoşlanıyorlar, mütevazi ve güven veren bir ses tonuyla yeterince şey anlatırsanız sizi tanıdıklarını sanıyorlar, ama aslında tanımıyorlar, sizin hakkınızda bir şeyler öğreniyorlar sadece, çünkü öğrendiği şeyler olgular, duygular değil; herhangi bir şey hakkında ne düşündüğünüzü, başınıza gelenlerin ve verdiğiniz kararların sizi nasıl siz yaptığını bilmiyorlar. Onların yaptıkları şey kendi duyguları, düşünceleri ve tahminleriyle boşlukları doldurmak, sizinkiyle çok az ilgisi olan yepyeni bir yaşam yaratmak, böylece artık güvendesiniz.”

Kürde yakınlık kapı komşusu olmak, esnaf olmak, ülkenin uzak köşesinde negatif bir haberin konusu olmak ya da arkadaş olmak mesafesinde gerçekleşti. Kürt kendisini anlatırken bugüne kadar yaşadıklarının evrensel farkındalığını da ifade etmeye çalışıyordu. Ancak anlama biçimi, sanki yaşananlar sadece Kürdün kendi steril geçmişi ve geleceğine dairdi. Çünkü onun kendisine ait dünyayla belli kesişmeleri olsa bile son kertede farklı bir yapısı vardı. İstediği kadar anlatsındı, onun adına üzülmek mümkündü ama onu anlamak o kadar da kolay değildi.

Çünkü anlama çabasının, insana dair bilginin ve duygunun evrenselliğini kabul edip kendinde bunlara dair eksiği görmeye davet eden bir yüzleşme-yüzleşebilme kaidesi vardır. Biraz ezilenin daha boyutlu ezileni anlama sınırları aslında yüzleşebilme sınırlardır. Göz ucuyla Kürde ‘oy verecek mi’ diye bakan bir İzmirlinin sonra dönüp andımızı okumasıyla, Kürdün söylediği sözün hakikati defalarca deneyimlenmiş bile olsa ‘ama solcu tarafları eksik gibi’ bir dip düşünceyle bildiğini okuma arasında temelde bir fark yoktur. İnsanın gerçekle ters düşen teoriyi değiştirmektense gerçeği değiştirmeye yönelik yatkınlığı, karşısındakini dinlerken sadece kendi bilgi ve norm tartısında tartması büyük önyargıların da kapısını açmaktadır.

Cumhuriyet tarihini baz alırsak Kürdün yaşadığı soykırım, katliam ve yoksulluk cenderesi, kendi bildiğinin iç devinimiyle varlığını korumayı başardı. Yazının başında belirttiğim düz tarihsel ilerlemeciliğin yanıltıcılığı konusunda olduğu gibi, bu devinim, varlığını koruma çabasının yanı sıra kendi içinde taşıdığı geleceği doğru kurmanın potansiyelini de sürekli tetikliyordu. Nitekim 1970’lere gelindiğinde üniversitelerde okuyan Kürt talebelerin niteliksel çıkışı Kürtler açısından da bir dönüm noktası oldu. Bu çıkış Kürt toplumunun ve bireyinin tarih boyu yaşadığı toplumsal ve ailesel devinimlerin, düşüşlerin kalkışların, açlığın tokluğun gölgesinde gelişti ve 70’lerde ilk formunu kazandı. Kürdün geçmişinde yaptığı ve yaşadıklarını iyi ya da kötü olarak değerlendiremeyeceğimiz gibi, sonuçta ortaya çıkanı eskinin devinimindeki potansiyelin açığa çıkması şeklinde özetleyebiliriz. İyi olan bu şekilde ortaya çıkmıştı.

Virginia Woolf birinci dünya savaşı sürerken şu cümleleri kaleme almıştı: ‘Gelecek karanlık, ki olup olabilecek en iyi şey de bu bana kalırsa.’ ‘Yeni Karanlık Çağ- Tekonoloji ve Geleceğin Sonu’ kitabında James Bridle Woolf’un bu sözlerini Rebecca Solnit’e tariflettirir: ‘boş kehanetlere, korkunç siyasal ve ideolojik anlatıların öngörülerine kulak asıp da bilinmeyeni yeni bilinene dönüştürmek gerekmediğini söyleyen sıra dışı bir beyan bu. ‘ bana kalırsa’ ifadesinde gördüğümüz üzere, kendi iddiasının belirsizliğine dahi razı gelen bir karanlık kutsaması’

Bu belirlemeye kendi yorumumu eklemem gerekirse ışıkla buluşmanın çoğu kez derin karanlıklardan geçerek mümkün olduğuna kanaat getiriyor Woolf. Birinci dünya savaşı sonrası Avrupa toplumlarının içine düştüğü durum tam bir karanlıkken çıkış da bu karanlığı görerek ve ışığı fark ederek başladı diyebiliriz. Kürdün bilincinin geldiği yeri şimdi daha iyi anlayabiliriz.

1925 ten 1930 ve 1938’ e kadar yaşananlarla beraber ve sonrasında boş kehanetlerin ve korkunç yerel gericiliklerin elinde çürümeye bırakılan bir karanlıktan geldi Kürt. İtildiği tarihsel katliam ve dip noktasındayken yıktı duvarlarını. Çıkmış olduğu düzeyde tüm Türkiye halklarına ve ezilenlerine sesini duyurmaya çalışması bundandır. Karanlığın ne olduğunu anlatırken herkesi kendi yaşadığı karanlıkla yüzleşmeye davet ediyor, karanlıktan çıkış için her kesin kendi karanlığının dibini görmek zorunda olmadığını haykırıyor.

İşte Kürdün feraseti tam da bu karanlıktan geliyor, çünkü karanlıktan çıkan kişi bilgi ve sezgi düzeyinde farklı bir aşamaya varabiliyor. Kürtler farklı halklardan yoldaşlarıyla bu yolda yürürken daha çok büyümenin ve çoğalmanın önemini vurguluyor ve şunu söylüyor: Bahçelerimizi birleştirmeliyiz ve düzenlemeliyiz.

Karl Marx Kapital’in ikinci cildinde tarımda verim yasasına dair şöyle bir anlatıda bulunur: Her birinin ayrı ayrı 10 dönüm tarlası olan kişilerin bu tarlaları ekmesi sonucu her birinin ayrı ayrı alacağı ürün miktarı ile birleştirilmeleri sonucu elde edilecek ürün miktarı arasında bir fark vardır. Birleştirilmiş tarlalardaki ürün ayrı ayrı tarlaların toplam ürününden daha fazladır. Üstelik bu durum sınırların dahil edilmesiyle açıklanabilecek bir fark değildir. Bu birleşmenin doğasından gelen bir verimdir.

Bahçe birleştirmek hem iyidir hem de yasası gereği her anlamda verimlidir. Kürd ve onu anlayan yoldaşları bahçeleri birleştirirken, TİP meselesinden dikkatimizden kaçmaması gereken önemli bir şey var. Karanlık kötüdür ama zifiri karanlık daha kötüdür. TİP kendi tercihini toplam bahçenin bir köşesine bir çizgi çekip sınır çizerek yapmıştır. Bu tavır çok tartışıldı, dönemin kırılma anı ya da doğum anı olduğu gerçeğini kavrayamayan bir nevi klasik sol çocukluk hastalığından tutalım da daha öteleyici tespit ve ithamlara kadar… Ben de bu tavrın, üzerinde yeterince derinleşilmemiş bir mücadele tarihi noksanlığı ve dönemi okuyamamaya ek olarak çocukluk heyecanı olarak görenlerdenim.

Olan olmuştur, bundan sonrasını bu tavrın maliyeti ne olursa olsun yanlış yapmadan öğrenilemeyeceğinin bağışlayıcı ve sağaltıcı etkisine bırakmak gerekmektedir. Çünkü her ne kadar sosyalist kime denir sorusuna verdikleri cevap hiç iç açıcı olmasa da, ortak bahçenin çocukları yoldaşını asla bırakmayan bir sezginin ve bilginin sahibidir. Karanlıkta öğrendiler yoldaşın, arkadaşın önemini, yeterince anlamamış olanlar olabilir ama her defasında maliyetli de olsa ona omuz vermek karanlıktan süzülerek gelen Kürd ferasetinin gereğidir. Karanlık korkunçtur ama bir o kadar da öğreticidir.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER’İ ANLAMAK

Sırrı Süryya Önder Kürtleri anlıyor, kendisinin bireysel tarihinde yaşadığı karanlıktan doğru sonuçlar çıkararak genel bir karanlık tarihinin bilgisine de sezgisine de vakıf olabiliyor. ‘Kürt meselesi bu ülkede salt Kürt meselesi değildir. İçinde, bütün bu ülkedeki sömürüyü, tarihi sömürüyü, tarihi zulmü, ceberrut devleti, tekçi anlayışı, ötekileştirici yaklaşımı, gayrieşitlikçi zihniyeti, tümünün vücut bulmuş halidir.’ cümlesini kullanırken mahkum edildiği karanlıktan edindiği bilgiyi evrenselleştirebiliyor. Anlama çabasında karşıdakini tanımlamadan, düştüğünde hissettiği acıyı hissedebiliyor.

Milletvekili olmadan önce gazete yazılarından tanıdığımız Önder’in o günkü yazılarının gücü de yine bu anlayabilme ve sezinleyebilme gücünden geliyordu. Kürd okuduğunda kendisini görüyordu, Kürd okuduğunda acısının ne kadar güçlü tarif edildiğini görüyordu. Kürde bir ilk dokunuştu bu. Ondan bu kadar çok sevdiler. Ve o da sonrasında içinin de dışı gibi olduğunu fiiliyatıyla gösterdi zaten. İçi ve dışı bir olma insanlığın geçmişten günümüze karşısındakinde aradığı ve güveni ona göre inşa ettiği, iyi ve kötüyü ona göre ayırt edebildiği bir şeydir. Elma bu yüzden mitolojinin ve köklü inançların temel imgesidir. İçi de dışı gibidir. O yüzden Pir Sultan ‘Dosttan bir elma geldi, elma ne güzel elma, içi turunç dışı turunç, ne güzel elma’ derken güzel ve iyi olanın iç ve dışın uyumluluğuna dikkat etmemizi bekler.

Peterson’un bahsettiği gibi sadece olgusal düzeyde değil duygusal düzeyde de görebiliyor. Çünkü dikkatini önce kendi yaşadıklarına verebiliyor. Dikkattir yaşadıklarımızı doğru anlayıp başkalarının yaşadıklarıyla benzer ya da aynı olduklarını fark etmemizi sağlayan şey.

Kişinin geldiği yerle durduğu yer arasındaki mesafe farkıdır esas mesele.

Geçtiğimiz günlerde Önder başka bir şeyi daha dikkatimize sundu. Kürtleri faşistlikle itham eden Ahmet Şık’ a karşı geliştirilen toplumsal tavrın yanına bir de Şık’ın HDP ‘den ayrılırken verdiği dilekçeyi ekledi. Yani bir anlamda o dilekçeye dikkatimizi yeterince vermiş olsaydık olayı daha o zamanda daha iyi kavrardık demenin özet biçimini ifade etti. Ve bir yerde ise ‘patoloji’ kavramını kullandı.

AHMET ŞIK’I ANLAMLANDIRARAK ANLAMAK

İlk dokunuşa geri dönelim. Gezi direnişi döneminde ülkenin pek çok direngen kimliğini orda bildik, tanıdık. Yazdığı ve yayınlatamadığı bir kitap ve düşüncelerini ifade ettiği için cezaevinde olan Şık’ı toplumun sahiplenme biçimi ve düzeyi özgürlüğü konusunda da çok etkili oldu. Oradan bildiğimiz Şık, Gezide de canhıraş çabası ve direngenliğiyle artık onu bilmemizin ötesine geçerek tanıdığımız biri haline geldi. Ona dair bilgimiz tanıdığımız bir şeye doğru eviriliyordu. Birçok basın açıklamasında en önde olması, insanların başına inen polis copunun kişi başına düşen ortalamasının çok üzerinde bir cop darbesinin onun kafasına gelmesi ve onun bu darbelere karşı direngen tutumunun bizlerde yaratmış olduğu duygu tam da ihtiyaç duyduğumuz yoldaş modeliydi.

Kişinin bürünmek istediği modeli başkasında araması, buna duygusal ve rasyonel eğilim göstermesi, genelde yapamadığı ve derin eksiklik ve korkunun eşlik ettiği yetmezlik duygusunun tetiklediği bir durumdur. Toplum olarak böyle karakterleri, bireysel hayatta da toplumsal düzeyde de aramanın bir anlamı vardır. Ve bu anlam, eylemlerin sahiplerine karşı bir güven ve duygusal borç oluşturur. Bu eylemlerin faili ya gerçek bir potansiyel kahramandır ya da kahramanın birey ve toplum üzerindeki pozitif etkisinin bilgisine sahip olan ve onu bir perdeleme aracına dönüştüren taklitçi bireyin hikayesidir. Çünkü onlar bireyde ve toplumda var olan eksiklere- yaralara neyin iyi geldiğini bilirler. Bu açıdan ilk dokunuş sahiplenilmiş ve arkasından pek de dikkat kesilmeye gerek olmayan bir güven ilişkisi oluşmuştur.

Ama taklitçi birey bu perdelemeyi, yazının başında da belirttiğimiz gibi bazı anlarda yapamaz ve perde düşer. Çok sık olmasa da bu perde düşme anları bireyi en iyi tanımlayacağımız ve onun bilgisine ulaşabileceğimiz anlardır. Ama o zaman dilimi, toplam içinde o kadar kısa ve birçok dikkat dağıtan etkenle beraber gelir ki, fail, doğru yere bakmayı ve odaklanmayı yapabilmenin zorluklarını dikkatlerden kaçabilmek için bir avantaja çevirebilir. Orada oluşan belirsizlik ve gri alan ilk imajdan kaynaklı failin lehine işler. Ağın karmaşıklığı ve kavranamazlığı gibi. Nereye bakılacağını en iyi bilen ise karanlığa hapsedilmiş ve oradan çıkmayı başarmış bireyin bilgisi ve sezgisidir. Çünkü taklit birey bir karanlık metaforudur. Onu da en iyi görecek olan kişi karanlığa dokunmuş, onun içinden geçebilmiş ve dolayısıyla onun bilgisine sahip olan kişidir.

Kürdün Şık’a milletvekilliği teklifini ‘madem böyle bir iddian var buyur gel sana daha etkili olabileceğin bir zemin’ şeklinde okumak gerek. Milletvekilliği sonrasında ise Kürdle daha yakın ve perdelemenin sık sık sekteye uğradığı bir zaman-mekan sıklığında temasının, Kürde ve yoldaşlarına hissettirdiği duyguyu iyi gözlemlediğime inanıyorum. Belli ölçülerde bilgi düzeyinde ama yoğunluklu olarak sezgisel düzeyde yarattığı hissin, ilk dokunuşun yarattığı duygu ve bilme biçimiyle bağdaşmadığını ifade edebilirim. Yine belirtmek gerekir ki karanlığa hapsedilmiş ve oradan çıkmayı başarmış bireyin ve toplumun karanlığa dair bilgisine de sezgisine de güvenmek gerekir.

Dikkatli olmak, dikkatimizi doğru yere odaklamak anlamına gelir. Sırrı Süreyya’nın dikkat çektiği istifa dilekçesi metninin yanına, perdenin düştüğü diğer anları da eklemek mümkün. Her ne kadar kendince açıklamalar yapmış olsa da, Sezgin Baran Korkmaz ‘la girilen ilişkiye verisel düzeyde ne kadar derinlemesine bakıldığını iyi takip edememiş olsak da, ilk dokunuşun iddiasıyla pek de uyuşmayan bir anomali olduğunu sezinlemek mümkün. Gerçek failin kötücül eylem sırasında kendisini sakladığına dair yaygın bir kabul vardır. TİP’in içinde Şık’ın etkinlik düzeyi konusunda tam emin olmamakla beraber seçime ayrı girme tartışmaları döneminde diğer TİP’lilere göre daha geride kaldığını gözlemlemek mümkün oldu.

Erkan Baş’ın sürekli yapıcı ve kaygıları giderici, kararlarına rağmen HDP ile duygusal ve kavramsal düzeyde yapıcı ilişkiyi hep koruma çabası içinde olduğunu gördük. Ama Sırrı Süreyya’nın da ifade ettiği gibi Şık’ın seçimden hemen önce TİP’e de kaybettirebilecek böyle bir çıkışı dizginleyememiş olması taklit bireyin perde üzerinde dönem dönem zorunlu olarak kaybettiği kontrolle ilgilisi olabilir mi? TİP’in bu seçime ayrı girme kararı almasındaki sürece dair dikkat kesilmesi gereken noktalardan biri de budur.

Perde düştüğü anda taklit bireyin kendi gerçek görüntüsünü gizlemek için birçok kafa karıştırıcı ve dikkat dağıtıcı argümanı gözlemcinin üzerine boca ettiğini klinik psikoloji net bir şeklide ifade etmektedir.

Kürd’ü tarihsel ve kuramsal karşılığına bakmadan ya da bilgisine tam sahip olmadığı bir kavramla, faşistlikle suçlaması aslında kolaylıkla çürütülebilecek bir argüman ve karalama kampanyasıdır. Esas dikkat edilmesi gereken nokta, yani perdenin düştüğü anda odaklanma noktamızı başka yere çekmek için söylediği ‘HDP’den Demirtaş’ı çıkar geriye bir şey kalmaz’ cümlesidir. Çünkü Kürdün kendi meclisinde konuştuğu bazı şeyleri duymuş ve dikkatleri oraya çekmeye çalışırken aslında bunu, kendi karalama kampanyasını çürütülebilirliğini gizlemenin bir aracına çevirmek istemiştir. Kürdün evinin duvarında öyle bir tutunma boşluğunun varlığını görmüştür ve ipinin çengelini o boşluğa doğru sallamıştır. Bu konu Kürdün kendi Cem’inde konuşacağı, dar’a durup didar olacağı konular iken bu kadar rahat ve rijit bir şekilde başkasının mahremine dokunma ihtiyacı ve hakkı görmesi kişinin genel etik ve sol ahlak açısından da niteliğine dair büyük bir bilgi barındırmaktadır.

Demirtaş bu cümleye karşı yine Kürdün ferasetini konuşturarak ‘ Demirtaş’tan HDP’yi çıkar geriye bir şey kalmaz diye cevap verdi. Yazının sonuna doğru bu cevabı takip ederek bağlayalım. Demirtaş’ı yakından görmüş ve tanıyabilmiş biri olarak şunu hem gözlem-bilgi düzeyinde hem de sezgisel düzeyde rahatlıkla ifade edebilirim. Demirtaş’tan HDP’yi çıkarırsak geriye çok iyi bir insan, çok şefkatli ve sevgi dolu bir baba, yine toplumsal sorumluluklarının bilincinde etik bir birey kalacağından kuşkum yok. Ama Ahmet Şık’tan Gezi’den bu yana iddia ettiği bütün toplumsal misyon ve etiketleri çıkardığımızda geriye bir şey kalacağının bir garantisi var mı, onu da onun dostları ve arkadaşları gözlemlemeliler, ama dikkat kesilerek.

Çünkü dikkatin doğru yere odaklanamamasının her zaman toplumsal bir maliyeti vardır ve birey bu maliyetin failidir. Çünkü şeyh uçmaz mürit uçurur. Çünkü bugün bu ülkenin başına getirilen kötü hadiselerin çoğu uçurulan şeyhin öyküsüdür. Çünkü, eğer durum patolojikse dilenen özrün kabulünün daha büyük toplumsal maliyetleri olacaktır, en fazla da ona güvenmenin bedelini hayal kırıklıklarıyla ödemek zorunda kalabilecek arkadaşlarına.

BİTTİ

Haluk Çeliktaş-İktisatçı

Öne Çıkanlar