Haysiyet: Bir direniş çağrısı, eleştirel realist bir hat önerisi

Haysiyet: Bir direniş çağrısı, eleştirel realist bir hat önerisi
Ne zaman isyan çıkar? Neden çıkar? Neden bugün çıktı da dün çıkmadı? Neden on yıl önce bütün kentleri büyük bir isyan kapladı da bugün daha fazla koşullar oluşmuş gibi dururken hiçbir ayaklanma çıkmıyor?

Özgür ELİBOL


“Özgürlüklerini, insanlıklarını, haysiyetlerini ve öz saygılarını, kendilerini gerçekleştirmeleri gibi hiçbir karşılık beklemeden sadece veren işçileriniz ya da doğrudan üreticileriniz ya da vatandaşlarınız olsaydı, bu kapitalist bir rüya olurdu” (Bhaskar, 2020, s.85).

“İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri, işte oraya değmemeli.” (Yaşar Kemal, İnce Memed 1, YKY: 2023)

Bir Anadolu kasabasında yaşayanlardan doğrudan dinlediğim bir hikâye vardı. Bu tanıkların ikisi de bugün hayatta değiller. Erken 1970’lere gelindiğinde (1960’ların sonu da olabilir), Alevi, Sünni, Çerkez ve bir miktar Kürdün yaşadığı bu kasabada Ermeni ve Rum kalmamıştı artık. Sivil faşist ve sol hareketler kendi çağında siyaset yapmaya çalışıyordu. Sağ siyasetten kendini bilmez birkaç genç, bir Alevi dedesini bir sotede kıstırıp hırpalarlar ve aşağılamak için koyunların kırkıldığı makasla sakalını keserler. Alevi kültürüne aşina olanlar buradaki aşağılamanın ne anlama geldiğini ve boyutunu anlayacaktır. Peşinden haber hızla yayılır ve Aleviler arasında görülmemiş bir galeyan başlar. Tepki üzerine kolluk suçluları yakalar ama öfke dinmez, karakolun etrafı elleriyle hesap sormak isteyen, sayıları giderek artan Alevilerle dolar. Kolluk, güç bela suçluları kaçırmayı başarır. Bunda Alevi toplumunun sözü geçenlerinin öfkeli kitleyi yatıştırma çabası da etkili olur.

Bu örnekte ve başka birçok örnekte görülen şey, isyanların ardında yatan dinamiklerin ve sebeplerin çeşitliliğidir. Bazen umulmadık kesişmelerden büyük ayaklanmalar çıkabilir. Hangi itirazın isyana, oradan da toplumsal harekete dönüşeceğini anlama çabası sosyal bilimcileri en başından beri meşgul edegelmiştir. İsyanların öngörülemezliği bu anlama çabalarını tetikleyen en önemli unsurdur, hatta toplumbilimin 19.yydan beri bağımsız bir disiplin olarak kuruluşunun en önemli sebeplerindendir: “ayak takımının” isyanını ön görerek bastırma kaygısı (2). “Ne yapsak da toplumsal kaosun önüne geçsek? (3)” kaygısı. İsyanların önlenebilir olgular olduğu varsayımı ve bilimsel bilgi nesnesi olarak incelenmesi kaygılarıyla geliştirilen disiplin olarak sosyoloji, sonrasında çatışma kavrayışının toplumsal dönüşüm kaynağı olarak görülmesi ile elbette ki farklı bir yere evrilmiştir. Bu evrilme sonrasında da sosyoloji çoğu kez isyanları devlet alanı karşısında taleplerini siyasallaştıran aktörlerin itirazlarına odaklanır. Oysa isyanlar bazı toplumbilimcilerin söylediğinin tersine, sadece devlet karşısında bir itirazı, devleti muhatap alarak siyasal alanda bir talebi ifade etmek için ortaya çıkmazlar. (4)

Bir isyan zaman zaman siyasal alandan uzak olma iddiasındaki gündelik hayat pratikleri üzerinden yayılır, doğrudan çatışmalarla ifade edilmeyen ve uzun soluklu kitlesel mücadeleler haline gelirler. Bu tür mücadeleler büyük ve şiddetli ayaklanmalardan alt seviye bir eylemlilik olarak görülemezler: James C. Scott “alt-politika” kavramının yardımıyla madunların isyan ve direnişinin filizlendiği kulisleri ciddiye almaya davet eder zira bu kulislerde bazı pratikler ve etkileşimlerin yaygınlaştırılması yoluyla büyük direnişlerin ve hareketlerin potansiyel kaynakları oluşur (5).

Bütün bu çalışmalar sadece bize toplumsal hareket türleri ve isyan ile toplumsal hareket arasındaki ayrımlar üzerine düşünsel araçlar sunarlar. Bir isyanın toplumsal hareket olabilmesi için bir tarihselliğinin, bir toplum projesinin olması gerektiğini öğreniriz (6), veya siyasal rejimlerin sunduğu fırsatların biçimine göre sosyal aktörlerin ne tür hareketlere girişeceklerini biliriz. Ama en baştaki soru, o muhafazakâr kaygılar ile -isyanı önleme kaygısı- sorulan soru halen cevapsız: ne zaman isyan çıkar? Neden çıkar? Neden bugün çıktı da dün çıkmadı? Neden on yıl önce bütün kentleri büyük bir isyan kapladı da bugün daha fazla koşullar oluşmuş gibi dururken hiçbir ayaklanma çıkmıyor?

Öyleyse isyanların diyalektiğine dair bir açıklamamız olmalıdır. En başından beri insan eylemliliğinin arkasındaki nedenler üzerine düşünme araçları sunan toplumbilimsel düşünce, bugün epistemolojik pozitivizm korkusunun ötesinde insan eylemliliğinin nedenlerinden yola çıkan naturalist açıklama ve tartışmalar yapıyor. Bu tartışmalardaki izlek sosyal fizik izleği değil, sosyalbilimsel düşünün farklı boyutlara açılması çabasıdır. Roy Bhaskar’ın felsefesi bu noktada aydınlatıcıdır. Roy Bhaskar, Natüralizmin Olanaklılığı eserinde insan eylemlerinin ardındaki güdüsel nedenler (reasons) ve etki üretici nedenler (cause) arasındaki ilişkiyi soruşturur. (7)

Nedenler, yönelimli (niyetli) insan davranışının etkenidir ve bu (etki üretici) neden güdüsel nedenlerdir (Bhaskar 2017, s.128). Toplumsal alan da kendi bilgi nesneleriyle, doğanın alanı (fiziğin, kimyanın) alanı gibi bilimsel soruşturmaya tâbidir, natüralizm toplumsal alanda mümkündür. Yani fenomenleri üreten mekanizmalar vardır ve bunlar bilimsel soruşturma ile yargımıza sunulabilir, yani bilinebilir. Güdüsel nedenler bu açıklamaların sunulduğu kategorilerdir (Bhaskar 2017, s.128). Eğilimler, inançlar güdüsel nedenler olarak ele alınabilir. Etki üretici nedenlere gelince: bu, yapısal nedenler diyebileceğimiz, yoksun bırakma, sömürme, özgürlüğünü gasp etme gibi nedenlerdir. İnsan failliğinin bir nedensellik oluşturması sebebiyle, güdüsel nedenler, aynı zamanda etki üretici nedenlere dönüşürler. Eğilim ve inançlar, eylemde ön varsayılmış olsa da aynı mantıksal düzeyde çalıştıramayacağımız istekleri gerektirebilir.

Bu inançlar, istekler, yanlış ve tutarsız olabilir. Dolayısıyla etki üretici nedenler, güdüsel nedenleri oluşturmak için koşulları oluşturur ama o güdüsel nedeni doğrudan vermez. Bahsettiğimiz inançlar ve isteklerin devreye girmesi gerekir. Ayrıca bu inançlar ve yönelimler, bu koşulların çağırması beklenen güdüsel nedenlere değil, tersine de yol açabilir. Fail ve eylemi bitmeyen bir süreçler kompleksiyle oluşur. Burada psikolojinin konusu olan bilinçdışı, bireylere kesinlikle indirgenemeyecek toplumun yapısal düzlemi, toplumun bireylerin birbiriyle ilişkileri düzlemi, doğa ile etkileşim, kişinin karşılaşmaları hep bir arada işleyerek failliği oluşturur. “Yönelimsel eylem, nedeni için gerçek bir sebebe (güdüsel nedene) sahip olan bir eylem olarak tanımlanabilir” (Bhaskar, 2017, s. 170). Eylemlerin kısmen nedensel olarak etkili gerçek bir güdüsel nedeni vardır ve bu, nedensel olarak etkili bir akıl yürütme sürecini ön varsayar (Bhaskar, 2017 s.170)

“Ama bu, ne (idealist biçimde) güdüsel nedenlerin bütünüyle her eylemi açıkladığını varsaymak; ne de (rasyonalist bir biçimde) eylem geçerli olmadan önce (ve nevrotik ve otomatik eylemler söz konusu olduğunda, muhtemelen çok daha önce) vukû bulan (örtük olsun açık olsun, bilinçsiz olsun bilinç-öncesi olsun) herhangi bir akıl yürütme sürecini varsaymak anlamına gelir.” (Bhaskar, 2017, s.172)

Burada ilgilendiğimiz, eyleyen faili bilimsel nesne olarak ele almaktan ziyade, eylemi isyan olan failin güdüsel nedeninin ne olabileceği. Hipotezimiz, bu eylemin güdüsü üzerinden bir ayrım yapabileceğimizdir. Daha önce belirttiğimiz üzere inançların gerçeklikle bağı sorunlu olabilir. Yanılsamalar üzerine kurulu inançlarda bu durumu ortaya çıkaran şey yabancılaşmaya yol açan efendi-köle tipi ilişkilerdir. Bu ilişkiler sömürü ve tahakkümü içerir. Tahakküm eden ve edilen ilişkisi oldukça karmaşıktır ve burada asıl niyetimiz o detayları araştırmak ve açıklamak değildir. Ancak, tahakkümün tahakküm ettiği failin eyleminin doğrudan güdüleyici sebebi olmadığını ifade etmemiz gerekir. O tahakküm ilişkilerini sürdüren inançlar, ideolojilerin yanılsaması ile oluşan arzular, özgür olma halinden farklı şekilde ortaya çıkar ve işler.

“Bir fail kendi gerçek çıkarlarını gerçekleştirme (yani gerçek çıkarlarını tatmin edecek hâl ve şartları bilme, bu hal ve şartlar temelinde eyleme ya da bu tür hâl ve şartları yaratma) yeteneğine sahip olduğu ölçüde özgürdür.” (Bhaskar, 2017 s. 180)

Toplumlar tarihinde faillerin inançları, bu inançların nasıl bir bilinç veya bilinçsizliğe dayandığı farklılık gösterir. Eylemlerinin arkasında temel iki “neden” olduğunu söylemek istiyorum. Eylem tiplerini ayırırken özgür faili bir tasnif nedeni olarak almıyoruz, daha ziyade eylemlerin ve inançların arkasındaki anlamlar ve onların kuruluşu üzerinden bir tasnif daha doğru olacaktır. Özgürlük bir eylemin başlatıcısı olabilir ama daha ziyade başka bir olumsallığa, eylemin özgürleştiriciliğine dikkat çekmek istiyorum. Burada isyan türünde eylemlerde iki tür eylem tasnifine gideceğiz: ilk anı bir insani temel nitelikten kaynaklanan eylem ile bir tahakküm ve onun belirlediği inanç ve anlam dünyasının güdülediği eylem. İkincisi bir toplumsal hareketlilik olsa da, bunu “isyan” sınıfında değerlendirmek güçtür. İlki için ise isyanların (mutlak olmadığını belirtelim) güdüsel nedeninin ve daha ötesi bir “yetti artık anının” haysiyetle ilgili olduğunu söylemek istiyorum.

Olmayış, eleştirel realist diyalektiğin çok kritik bir kategorisidir. Değişim fikrine ilişkin bahisler, geçmişte kalanı ve yeni bir şeyi ifade eder. Her değişim durumu bir olumsuzluğu ve olmayışı içerir; yok olan veya yeni olmayandan ortaya çıkan şeyler. Olmayış dünyanın kendisindedir. Değişebiliriz, hem ontolojik hem de epistemik değişim olmaksızın, dillerimiz, inançlarımız, bilgimiz olmazdı. Her keşif, önceden eksik kalmış, atlanmış (ihmal edilmiş veya henüz başarılmamış) olandır, yer çekimi, görelilik vs. Olmayış bu anlamda hiçlik değildir; bir şeyin olmayışı, nedensel etkileri olacak, gerçeklik anlayışımızda dikkate almamız gereken şeylerdir. Bahsimizde, haysiyet duygusu ve bunu korumaya yönelik insani etkinlik, yukarıda bahsettiğimiz haysiyet gaspına yönelik olmayışı açığa çıkarır. Bu konuda insanı harekete geçirici niteliktir. Haysiyet, özgürleştirici eylem için insanın içsel bir niteliğidir.

Alfred Schütz’ün bazı kavramları da bize bu konuda düşünmemiz için kuramsal alan açabilir. Onun amaçsal güdü ve nedensel güdüler ayrımı önemlidir. İnsan ileride tamamlanacak, yerine getirilecek bir amaca yönelik güdülerle eylediğinde bunu amaçsal güdü olarak adlandırır. Bunun yanında bireyin kendi deneyimleri ve yaşam sürecinde kendisini kuran şeylerle ilgili olan ve eylemlerinin arkasındaki nedenleri oluşturan nedensel güdüleri belirlemiştir. Amaçsal güdüler temel olarak özneldir, nedensel güdülerin ise birey farkında değildir (Schütz, 2018). Schütz’e göre bir kişi diğerinin tepkisini yani onu harekete geçirmeyi (geçmesini) arzulayabilir, bu bir öznel güdüdür. Diğeri bunu anlayıp benimserse birincinin öznel yani amaçsal güdüsü diğerinin nedensel güdüsü olacaktır. Schütz’ün bu tasnifini izleyecek olursak, haysiyet kaynaklı tepkisellik öznel bir güdüdür, tepki ötekinin haysiyeti çiğneyen amaçsal eyleminden doğsa da. Oysa Schütz’ün söylediği şey bir manipülasyona işaret edebilir. “Devrimci özne” bu tepkiyi tahrik etmeye çalışır. Bu, tahrik olan için bir açmaza veya daha ötesi paradoksa dönüşebilir: devrimcinin tahakkümüne girme riski doğar. Öyleyse bu, haysiyet niteliğinden kaynaklı bir eylemin, manipüle edilmiş kitlelerce gerçekleştirilemeyeceği anlamına gelir. “Devrimci fail” orada ya kitlelerin eğilimini doğru takip eden ve en etkili zamanda en etkili failliği yakalayandır ya da kitleler ile bir karşılıklı öğrenme, dayanışma ve eyleme sürecinin adanmış failidir.

ONUR MU, HAYSİYET Mİ?

Bu iki kelimeyi İngilizcedeki honour ve dignity farkını vermek üzere kullanıyoruz. Sözlük karşılıklarında İngilizcede ayrım oldukça net iken, Türkçede ikisinin de eş anlamda kullanılabildiğini görüyoruz8. Oysa bu iki kavram arasındaki sosyolojik ve felsefi ayrımı netleştirmek gerekir. Onur, kişinin ahlaki duruşuna yönelik onun bilinirliğini ifade eden bir terim. Onun davranışlarıyla, hareketleriyle kazandığı veya koruduğu bir değeri ifade eder. Haysiyet ise, insan olması saiki ile doğduğu andan itibaren sahip olduğu/hak sahibi olduğu bir değerdir. Dürüstlük, adil olmak, tutarlılık gibi hasletler kişiyi onurlu kılar. Bu tip özellikler bazı kimliklere, mesleklere giydirilebilir ve bir mesleki onurdan bahsedilir. Haysiyet ise kişinin tüm kimliklerden soyutlandığı halde taşıdığı bir özsaygı halidir. Bir başarı ve takdirden onur duyulabilir ama bir büyük yoksunluk durumu haysiyet ile karşılanabilir. İki kavramın çok ilişkili kesişimleri olduğunu söyleyebiliriz ama ayrımın anlaşıldığını umuyorum.

MetaReality felsefesinde sevgi çemberinden (9) bahsedilmesine benzer şekilde kendine, diğerine, öbürlerine ve evrene yönelik, birbiri ile ilişkili haysiyet çemberinden bahsedebiliriz. Bu çemberden bir halka kırılırsa haysiyet eksik kalır. Çünkü haysiyet, önce kendine saygıyı ve iç değer duygusunu, sonra diğerlerine saygı ve değer duygusunu ifade eder. Haysiyet sahibi kişi insan olduğu için bu değeri taşıdığını bilir ve diğerlerine de insan olmaları saiki ile aynı hassasiyetle yaklaşır. Haysiyet, insan olmaktan gelen bir kavrayış olduğu için bir başkasının haysiyetini ezerek kişi haysiyetini koruyamaz. Çünkü bir başka insanın haysiyetine kast eden, insan olma durumuna kast etmiş, haysiyet dairesinden bu şekilde çıkmış olur. İnsan hakları kavrayışı da bu noktadan bakıldığında anlamlıdır. İnsan hakları bildirgesi, insanların özgür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğduklarını söyler. İnsan, sadece insan olduğu için doğuştan gelen hakları ve dokunulmazlığı vardır. Bunlar alınıp satılamazlar, sorgulanamaz, yok edilemezler.

Gerard Rabinovitch, Terörizm mi? Direniş mi? isimli eserinde bu iki kavram (terör ve direniş) arasına net ayrımlar koyar. Haysiyet ve isyan arasında kurduğumuz bağı Rabinovitch’in şu sözleri daha iyi açıklar: Haysiyetini kaybetmiş insanlar topluluğunun isyan edebilmesi imkânsız (bu isyanın tek sebebinin haysiyet olduğu anlamına gelmez). En fazla tâbi oldukları otoriteye yaranmak için ve içlerindeki değer boşluğunu doldurmak için şişirdikleri çarpık ideolojileri bayrak yaparak yıkıcı güruhlara dönüşebilirler, daha ziyade dönüştürülürler. Bu isyan değildir. Robinovitch, Albert Camus’un ‘Başkaldıran İnsan’ metninden çarpıcı bir alıntı yapar:

“Onursuz devrim, soyut bir insanı etten kemikten insana yeğ tutarak varlığı yok sayan hesap devrimi ise, aşkın yerini kine veriyor demektir. Başkaldırı cömert kaynaklarını unutup da kinle kirlendi mi yaşamı yoksayar, yok edişe koşar, en sonunda, bugün Avrupa’nın tüm pazarlarında, satılmaya hazır bekleyen şu küçük ayaklanmışların, şu köle adaylarının alaycı sürüsünü ayağa kaldırır. Artık ne başkaldırıdır ne de devrim, hınç ve zorbalıktır yalnız.” (Camus, akt. Robinovitch, 2016 s.79)

Haysiyetin yerini tabiiyet aldıktan sonra insanın alçalmasının sınırı yoktur. İkisi de güç gerektirir, bu güçlerden ilki iktidar1’i (birlikte büyüme) getirirse, ikincisi iktidar2’ye varır (tahakküm ile büyüme)(10). İkisi de bulaşıcıdır, yol açılırsa kendi yapılarını kurarlar. Eros ile Thanatos’un mücadelesidir bu bir bakıma. Thanatos’un terör estirdiği Eros’un direndiği bir dünyadayız.

Eşitsizlik, sömürü ve tahakküm insan haysiyetine saldırıdır. Dünyanın eşitsizlik, sömürü ve tahakküm üreten efendi-köle sistemi egemenliğini sürdürüyor ve insan haysiyetine saldıran onu yabancılaştıran bir etki üretiyor. İnsan hakları bildirgesi, insanların özgür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğduklarını söyler. Andrew Sayer, insan hakları bildirgesi gibi metinlerde, anayasalarda en üst dereceden dillendirildiği gibi, insanların başkaldırılarında da ifadesini bulan zor bir kavram olduğunu söyler haysiyetin ve ekler: Tanımlamak zor da olsa, kötü bir davranışa, baskıya, aşağılamaya maruz kaldığımızda veya utanç verici bir şey yaptığımızı fark ve kabul ettiğimizde basitçe onu hissederiz (Sayer, 2011, s.189). Bu utanç verici bir şey yapma ve onu yorumlama biçimi yabancılaşma, ideoloji ve yanlış bilinç ile oldukça ilgili bir konu. Bu tip durumlarda haysiyetin yerini “onur” alabilir. Bir savaş veya çatışma durumunda, bir esire veya sivile aşağılayıcı bir davranışta bulunup onu taciz eden, işkence eden bir asker, sadece anlam atfettiği vatan, bayrak vs. şeyler için orada bulunuyor olmasından dolayı bir onur atfedebilir kendisine. Öte yandan, ezilen, kötü muameleye maruz kalan için ise haysiyet bir kendine saygıyı sürdürme vasıtası olabilir. Herhangi bir sebeple işkence ve kötü muamele karşısında kaldığı, aşağılandığı, taciz edildiği halde o muameleye direnme haysiyetin etkisiyle açıklanabilir ancak. Sistematik işkence, tek-tip-elbise giymeye zorlama, yoldaşlarından yalıtma, doğrudan bireyin haysiyetini hedef alır.

Ne yazık ki, modern dünyamızda sadece savaş koşullarında değil, sıradan gündelik ilişkilerde de çok fazla örneği var bunun. “Haysiyet sadece felsefi bir fikir, bulanık bir kavram değil, açıkça insanlar için önemli bir şeydir, anlaşılan bazen herşeyden çok” (Sayer, 2011. s.190).

Yukarıda bazı durumlarda onurun haysiyet yerine konulmasından bahsettim. Savaş ve çatışmalar çoğunlukla ordu veya ordu benzeri iç işleyişi ve kurumsallığında katı hiyerarşi ve tahakküm olan yapılar tarafından verilir. Bu yapılarda “disiplin” çok önemli bir kavramdır. Burada büyük bir çelişki vardır, hem eratı veya ast-üst ilişkisinde altta olanı kendine dair ve haysiyetine ilişkin duygularından arındırmaya çalışır bu hiyerarşik yapı, hem de onun haysiyetini en etkili, yılmaz asker olması için kullanmak ister. Burada olan aslında bir haysiyet istismarıdır, haysiyetin yerini adeta ideoloji ve mevzuat ile üretilmiş bir “onur” alır.

Burada onur ve haysiyet kavramlarının bitmez bir karşılaştırmasını sunmak veya onur duygusunu küçültmek değil amacım. İkisi arasında bir ayrım koymadan burada bahsettiğimiz konuları açıklayamaz, tasnif edemezdik. Onur haysiyet ile uyum içinde, birbirini kapsayan bir kavram ve onun ötesinde bir insani duygu olabilir; lakin bu bahsettiğimiz örneklerde bir haysiyet karikatürü, taklidi rolünü oynayan ve ona sahip olana değer atfı tahakküm eden tarafından yapılan bir iktidar aracına dönüşmüştür.

İktidar, değer atfedebilme gücüdür bir anlamıyla. Bunun bir bir başka boyutu da direniş içindeki örgütlerde görülür: Buralarda da kadronun haysiyeti manipüle edilmeye çalışılır. Kitleleri harekete geçirmeye çalışan örgütler, adeta onların haysiyet duygularını harekete geçirmeye, gıdıklamaya çalışırlar. Burada onurun iktidar tarafından kurulan, haysiyetin ise insanın içinde olan bir duygu/nitelik/özellik olduğunu iddia edeceğim. Haysiyet, Bhaskarcı anlamda bir “insani temel durum” niteliğidir. Buradan -yukarıda değindiğimiz – iktidar konusunda da başka bir Bhaskarcı ayrıma başvurmak gerekir, iktidar 1 (bir arada üretici, geliştirici güç) ve iktidar 2 (tahakküm edici, ezici) iktidar ayrımı konumuz için çok önemlidir. Haysiyet, iktidar 1 ile ilgili iken, onun çalınması nedeniyle oluşan boşluğu dolduran türden onur, iktidar 2 ile ilişkilidir.

HAYSİYET ÇEMBERİ VE HAYSİYETİN İLİŞKİSELLİĞİ

Haysiyet, sevgi kavramı/duygusu/niteliği ile bağlantılı bir kavram. Nasıl ki, sevgi insani bir temel durum niteliği ise, haysiyet de öyledir.

“Sevgi, evrendeki bütünleştirici, bağlayıcı, birleştirici, iyileştirici güçtür. Ve sadece bir evren (11) olmasından dolayı, bu varlığın en büyük gücüdür. Korku ve diğer tüm olumsuz duygular, sevginin olmayışına veya tamamlanmamışlığına bağlıdır.” (Bhaskar, 2002b, s.175)

Bhaskar, kendini sevmek, başka bir insanı sevmek, tüm insanları sevmek, tüm varlığı sevmek, evreni sevmek döngüsüne sevgi çemberi der. Bu döngünün her aşamasının gerçekleşmesi, yani kırılmaması, yukarıdaki alıntıda ifade edilen bağlayıcı, birleştirici özelliğini sağlar. Haysiyet, kendini sevmenin koşuludur. Haysiyet kaybedilince kendini sevme, kendine güven de kaybolur. Haysiyet, sadece kendine yönelik bir duygu değil, ancak diğerlerinin haysiyetine saygı gösterildiği müddetçe yaşayabilen bir duygudur. Bu diğerleri diğer insanlar olması gerektiği gibi, diğer canlılar ve tüm doğadır.

İnsan hakları bildirgesi ile insan haysiyeti olarak tanımlanan kavram, yeni çevre hareketlerinin ekolojik öznelliği gündeme taşımasının sonucunda haysiyeti insan merkezci olmaktan çıkarmıştır. Bugün hayvan haklarından yola çıkarak tüm doğayı oluşturan varlıkların haysiyeti tartışılmaktadır. Örneğin bir maden sahası açmak için, orada yaşayan bir toplum kesiminin iradesi ve taleplerini hiçe saymak, onları zor ile bastırmak, o sahadaki doğal bütünlüğü diğer insanların katılımını ve onayını önemsemeden yok etmek bir tahakküm ve eyleyicisi için haysiyet kaybıdır, sevgi olmayışıdır (absence), başka deyişle haysiyetsizlik ve sevgisizliktir, yabancılaşmadır.

Haysiyet, bir duygu, bir değer, bir insanlık durumu (12), bir ortak ruh olması, bir içsel nitelik, bir ilişkide oluş olması nedeniyle tanımlanması zor bir kavramdır. Ancak, haysiyete bir saldırı olması durumu ortaya çıktığında bunu anlarız: ilişkisel bir kavramdır aynı zamanda. Bizim diğer insanlarla, doğayla, toplum ile ilişkimizde, özsaygı, tanınma, direnme, baş eğmeme, boyun eğmeme gibi kavramlarla anlaşılır olur. Bu kavramlarla içsel ilişkilidir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, diğerine, diğerlerine, varlığa, evrene saygı duyma, değer verme, haysiyetini tanıma ile var olabileceği için sevgi ile de içsel ilişkilidir. Haysiyetini kaybetmek yabancılaşmadır.

Haysiyete saldırıdan söz ederken neyden bahsediyoruz? Bir arada var olma, bir arada geliştirme, üretme ve güzelleştirme duygusu, doğa ile bir bütün olduğumuz, ona bağımlı olduğumuz bilinci, bedenimizin ve anlam dünyamızın saygıyı hak ettiği duygusu haysiyet ile doğrudan ilişkilidir. Bu “bütünlüğe”, en azından o bütünlük potansiyeline saldırı haysiyete saldırıdır. Dünyamızın çelişkiler, eşitsizliklerle dolu olduğunu biliyoruz. Toplumsal ve insani özgürleşmenin bu ayırıcı, baskılayıcı duruma karşı durmak, onun eksik bıraktıklarına karşı harekete geçmek ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bahsettiğimiz bu şey bir bütünleşme potansiyelidir. Örneğin insanların bir araya gelip ortak coşku ve sevinç üretecekleri, toplumsal özgürleşmeye ilişkin bir konuyu, bir hak savunusunun, bir ekolojik tahribata karşı çıkışı anlamlandıracakları bir ortak eylemliliğin veya festivalin yasaklanması böyle bir potansiyeli baskılamaktır. İnsanın bedenine saldırı ve bedensel bütünlüğünü tehdit etmek, buna yönelik fiili şiddet de haysiyete saldırıdır. Sözler ve hakaretler ile kişinin özsaygısını bozmaya çalışmak da haysiyete saldırıdır.

Eşitsizlik de haysiyete bir saldırıdır. Efendi-köle tipi toplumlarda bu eşitsizlik hem zorla hem de bir doğal durum olduğu yönündeki zihin çarpıtmasıyla kabul ettirilir. Toplumda daha güçlü konumda insanların olması, sınıflar arasındaki eşitsizlik, kültürel üstünlükçülük, başkalarının zenginliği ve gücü ile daha “saygıdeğer” oluşları meşru kabul edilir. Bunu açığa çıkaracak her türlü bilinçlenmenin bastırılması ve egemen değer dışına itilmesi efendi-köle tipi toplumların alameti farikasıdır. Bunun son derece karmaşık mekanizmalarla meşrulaştırıldığı durumlarda dahi eşitsizlik haysiyete saldırıdır. Sıradan bir insan, kendi ile aynı statüde (kültürel, sınıfsal, kimliksel) gördüğü birinin kendisinden güçlü ve varlıklı bir pozisyonda olmasını sorgular.

Eşitsizlikleri yaratan koşulları sorgulama yetisi elinden alınmış olduğu için tepkisini bu diğer ayrıcalıklıya yöneltebilir veya kendi özsaygısı aşınır. Yoksulluk, haysiyete bir saldırı durumudur. Bu pozisyonu değiştiremeyen birey özsaygı yitimine uğrayabileceği gibi, haysiyeti aşırı öne çıkararak özsaygısını korumaya çalışabilir. Bir başka durumda ise, bir bakıma egemenler ve egemen iktidar tarafından atanmış bir takım “değer” ikamesi yapabilir. Milleti ile, dindarlığı ile övünerek veya eşitsizliğini doğal ve meşru kabul ettiği üst öteki tarafından (ki bu durumlar haysiyetin kaybedildiği anlamına gelir) tanınma ve temsil ile özsaygısını korumaya çalışabilir. İçin için taşıdığı ezikliği ise başkalarını ezme potansiyeli olarak ortaya çıkacaktır. Klasik dışarıda ezilen evin erkeğinin evdekileri ezmesi; etnik, dini kimlik olarak ezilen birinin veya insan grubunun ezeceği diğerlerini bulması bu duruma örnektir. Bu noktada Andrew Sayer’in bir içsel nitelik ve kapasite olarak haysiyet ile eylem ve davranışlarımızla ortaya çıkan haysiyet (olumsal olan) arasında yaptığı ayrım anlamlıdır (Sayer, 2011. s.194).

Bu eleştirel realizmin potansiyel ve hareket halindeki güçler ayrımına uygundur, ontolojik derinlik kavrayışında reel ve aktüel arasındaki ayrıma karşılık gelir. Bireyin haysiyetine saldırıyı deneyimlemesi ise ampirik ontolojik düzlemde ele alınmalıdır. Hasiyetin, bir insani temel nitelik olması ve onu korumaya dönük tepkisi metaReality felsefesinin alanına girer.

Başkalarından daha çok maddi varlığı, gücü, saygıyı hakettiğini düşünen birinin haysiyetinden söz edemeyiz. O haysiyetini kaybetmiş, yerine aşırı anlam yüklenmiş başka kurgusal değerleri, ideolojileri, yanılgıları koymuştur veya biçimsel bir saygı ve hasbelkader ayrıcalıklı konumunu kurumsallaştıran bir itibarı haysiyete tercih etmiştir. Ancak, ona karşı duracak biri için haysiyet olması gerekeni işaret eden şeydir. Hepimiz bir diğerine ve diğerlerine bağlıyız, ancak kişisel bağımlılık, özerklik kaybı halinin bir haysiyet kaybı olduğunu söyleyebiliriz.

“Özerkliğe sahip olmak, en azından bir anti-sosyallik biçimi olmadığında, farklı olma hakkı anlamına gelmelidir. Eğer birinin kendimizden farklı oluşuna saygı göstermezsek, muhtemelen haysiyetinin kaybolduğu hissine kapılacaktır.” (Sayer, 2011. s.196).

Çoğu durumda efendi (ezen, kapitalist, egemen) veya ayrıcalıklı konumunu hakkı gören kişi, diğerinin sömürülmesini, öncelikli olarak görevinin saygı göstermek olduğunu kabul etmesinin gerektiğini düşündüğü halde, görünüşte ezilenin (sömürülenin, altta görülenin, kölenin) saygınlığına değer verir, ona kibar davranır, fiili şiddet uygulamaz. Bu sahte bir davranıştır. Karşı tarafın beden bütünlüğüne saldırmaz ama eşitsizliğini kalıcı (ve “doğal”) kılar. İnsan diğerine insan olduğu için, varlığından dolayı değer vermelidir. “Yaradılanı yaradandan ötürü severiz” diyerek eşitsizliği ve diğerinin haysiyetini ezmeyi meşrulaştırma çabalarına aşinayız. Başkasını tanımak, takdir etmek, saygınlığını kabul etmek, kendi ayrıcalığını korumak için veya mecburen bunu yapmak zorunda olmadığında anlam taşır ve değerlidir. Eşitsizlik, sömürü ve tahakküm koşulları (efendi-köle tipi ilişkiler toplumu), insan haysiyetine saldırmanın koşullarını da oluşturur. Bu ilişkilerin sorgulanmadığı, sürmesine yönelik gündelik pratik içinde itiraz etmeden ve dahi savunarak yer almak, herkesin her gün karşılaştığı insan haysiyetine saldırılarla yüzleşmektir. Bununla kendi saygınlığını koruyarak baş etmek için eğer itiraz etme yolu seçilmediyse, başka yollara başvurulur. Başkalarına yardım, hayırseverlik bu yollardan biridir. Onları yardıma muhtaç kılan koşulları sorgulamadan bu tip hayırseverlik işleri haysiyet devşirmekten ziyade sahte bir kendini parlatma, kendini özne, ötekini ise bağımlı nesne kılmanın yoludur.

İnsanları yardıma muhtaç kılan diğer bir gerçeklik ise felaketlerdir. Olağan durumda insanlar, diğerleri sadece insan olduğu için harekete geçer. Farklılığın, ayrışmanın yerini dayanışma, bir arada diğerinin iyiliği ve yaralarını sarması için eyleme etkinliği ve ruhu egemen olur. Eşitsizliği oluşturan yapı, o zaman-coğrafyada -geçici olarak- çökmüştür ve adeta insan temel-durumuna döner. Ta ki, egemen iktidar bu ruha müdahale edene, bu dayanışmayı çalana kadar. Deprem tam da bu insani temel duruma dönüşün tecrübesini yaşatır. Eşitsizliğin meşrulaşmasının yerini dayanışmanın öznelliği alır.

Haysiyet, insanın becerilerini, kapasitesini kullanabilmesiyle beslenir. Bağımsız olma (bağımlı olmama) hali ile haysiyetin doğrudan bağlantısı vardır, başkalarına ihtiyaç duymak değil ama kendi bireysel varoluşu için bile başkasının yönlendirmesi altında olmak, özgürlük hissi yokluğu haysiyet üretmez. Bu anlamda, haysiyet diğerleriyle gönüllü ilişkinin koşuludur. Şöyle diyebiliriz: Dayanışma ancak haysiyet sahibi insanlar arasında mümkündür. Belli durumlardan dolayı insanlar başkalarının yardımına muhtaç hale gelebilir, bir ekonomik yıkım sonrası, bir felaket sonrası vs. Burada dayanışma ile yardım elini uzatanın üstünlükçülüğü arasında ince ama çok önemli ayrımlar vardır. Sadaka kültürü ile dayanışma kültürü birbirine zıttır. İlki haysiyeti aşındırırken, diğeri dayanışmayı ve dolayısıyla haysiyeti de güçlendirir. İktidar1’in koşulu ikincisidir, ilki ancak iktidar2 üretir.

Bir takım dünyevi çıkarlar, zenginlik ve güç elde etmeye aşırı anlam atfı ile ortaya çıkan haysiyet yoksunluğunun doğurduğu birtakım eylemler, faili tarafından içsel bir eksiklik olarak yaşanır. Birileri çıkarı için bir diğerinin mülkünü gasp ediyorsa, doğayı katlediyorsa, halk sağlığını tehdit ediyorsa ve suça bulaşırsa bunun genel geçer hukuk normunda ve ahlaki olarak sorunlu olduğunu bilir. Buna rağmen bu eylemi gerçekleştirenler haysiyetlerini feda etmiştir. Bu failler bunun için geçmişte çok ezilmiş olmalarını, dünyaya dair anlam bütünlüğünü güç elde etmek üzerine kurmalarını veya sadece fırsatları ve imkanları değerlendirdiklerini gerekçe gösterebilirler. Bu eksilen haysiyetin ve başka deyişle özsaygının yerine, kurumsallaşmış bir dışarının saygısını, itibarını koymak isterler. Bu ise onların gösterişçi eğilimlere yönelmelerini sağlar, gösterişli arabalar, silahlı korumalar vs. Aynı zamanda, başkalarının varlıklarına nasıl el koydularsa kendi varlıklarına da benzeri şekilde el konulabileceğini bildikleri için konumlarını muhafaza etmek adına bu ilişkileri sürekli kılma çabasına girerler.

Genelde değer krizi içinde olduklarından dini veya egemen ideolojiye bağlılığı öne çıkarırlar. Bu güçlü, hâkim imajlarını çok önemserler. Konumlarını korumak için başkalarını ezmeyi, kamusal kuralları çiğnemeyi, rüşvet vermeyi vs. sıradan pratikleri haline getirebilirler. Güvenilir olmak, sözünün eri olmak gibi değerler ile haysiyet korumak yerine, “itibar”larını korumayı tercih etmeleri bundandır. Kısacası, burada itibar için haysiyetin feda edilmesi durumunu görürüz. Türkiye’de 70’lerde işçi sınıfı ve küçük memur için işinin erbabı olmak, sözünün eri olmak, güvenilir olmak, dürüst olmaktan mütevellit haysiyet sahibi olmak nispeten öne çıkarılan, idealleştirilen değerdi. Bu durum, sinemaya Yaşar Usta’nın tiradı ile ve benzeri pek çok örnekle (aile değerleri ile beraber) yansımıştı. Zamanla, dünyada ve Türkiye’de üretim ve bölüşüm rejimindeki ve devlet alanı siyasetindeki dönüşümle bu durum değişti (mülksüzleştirme, sadece bu dönemin meselesi değil, başından itibaren bir sermaye birikim biçimiydi, oysa burada bahsettiğimiz hukuk normlarında ve hukukun işleyişinde dönüşüme yol açan bir dönemsel değişimdir). Bu değişimin, haysiyet lehine olmadığı açıktır. Yabancılaşma ve konumuz olan değer krizlerinde dahi, mutlak bir dönüşüm olmaz. Her zaman insan ve toplum için bir umut söz konusudur. Günümüzde de tüm baskılara rağmen gerçekleşen pek çok çalışan sınıf direnişinde, aşırı baskı, hareket kontrolü, aşırı gözetleme gibi haysiyet kırıcı sebeplerde işverenin geri adım atması direnişçilerin önemli taleplerindendir. Çeşitli toplumsal hareket ve direnişlerde de haysiyet harekete geçirici bir potansiyeldir.

Haysiyet, insanın olağan koşullarda korumak istediği, bunun için mücadele ettiği, bedeni üzerinden kişiliği tehdit edildiğinde alarma geçtiği bir duygudur. Bir otorite karşısında haysiyetini kaybedenin beden dili ile haysiyetini tehdit altında hissettiği için korumaya geçenin beden dili arasında farklılıklar vardır. Bir dış ezenin tahakkümü ötesinde, eşitler arasında da ezilenlerin birbirini ezme potansiyeli nedeniyle sıkça haysiyetlere saldırma durumları vakayı adiyedendir. Kenar mahalle delikanlılarının bitirim duruşları, beden dilleri bir yıkıcı erkeklik ile ilgili olduğu kadar sürekli tehdit altındaki haysiyetleri ile de ilgilidir. Andrew Sayer, flamenco dansının, Güney İspanya’nın damgalanmış ve ezilen çingenelerinin sanatsal bir başkaldırısı olduğunu söyler. Flamenco dansındaki ciddiyet vakur öfkelerini, sert ve gururlu hareketler haysiyetin sanata dönüşmüş beden dilini ifade eder.

Kurumsal egemenler açısından tahakkümün sürdürülebilirliği çok önemlidir. Bunun için çok incelikli yöntem ve stratejiler ile ezilenin haysiyetine saldırılır. Bourdieu sosyolojisi bize bu incelikli yöntemlerle ezilmenin nasıl kuşaklar boyu kurumlarca yeniden üretildiğini ve ezilenlerin bedenlerinde nasıl içselleştirildiğini gösterir (13). Bu süreçler iktidar2 ilişkileridir.

İktidarlar, tetikçileri, işkencecileri, zorbaları, çeteleri ile, haysiyeti teslim almanın yolu olarak çıplak şiddet ile bedene saldırırlar. Küfürler eşliğinde, genç bir insanın bedenini sürüklemek, o beden üzerinden bir halkın haysiyetine saldırmak, kadınların bedenine cinsel saldırıda bulunmak, direncin itici gücü olan halkın haysiyetini kırmayı hedefler (ya da bunu yapan insanın yıkıcı hıncını yansıtır ki bu zaten onun en ufak haysiyet kırıntısını kaybettiğini gösterir. Lakin, bunun büyük bir hukuki vakaya dönüşmemesi bunun bir iktidar stratejisi olduğunu gösterir). Fakat haysiyete saldırı sadece görünür şiddet ile yapılmaz. Bir sonraki etapta daha sinsi şekilde meşrulaştırılan tahakkümün nasıl yeniden üretildiğini görürüz, okul, hukuk sistemi, siyasal kurumlar, iş ve gündelik hayat pratikleri ile hayatların her kanalına sızan tahakkümdür bu. Buradaki ezme ilişkileri de iktidar2 altındadır.

SONUÇ YERİNE

Haysiyet bir insani temel-durum niteliğidir. Bundan dolayı içsel boyutu olduğu gibi, insanların birbirlerine davranışları ile açığa çıkan ilişkisel, olumsal bir boyutu da vardır. Efendi-köle tipi ilişkiler eşitsizlik yaratır ve eşitsizlik haysiyet kırıcı bir durumdur. Haysiyetin bir kitlesel talep ve eylem oluşturması egemen sınıfların ve egemen güçlerin iktidarını tehdit eden bir unsur olduğu için, stratejik olarak bu haysiyet ya bertaraf edilmeli ya da yerine başka şeyler konulmalıdır.

Daha önce de değindiğimiz gibi, bireyin haysiyetine saldırıyı deneyimlemesi ampirik ontolojik düzlemde ele alındığında haysiyetin harekete geçirici potansiyeli bir nedensel güç olarak reel düzlemdeki potansiyel boyutuyla ortaya çıkar. Bu harekete geçirici potansiyel ile geç dönemde -2010lu yıllarda- farklı coğrafyalarda büyüyen ve kitleselleşen haysiyet ayaklanmalarını anlamaya çalışabilir, bir isyan diyalektiği kurarak bir nedensellik sorusu sorabiliriz. Haysiyetin akamete uğratılmış, istismar edilmiş ve tehdit edildiği tahakküm ve sömürü koşulları yabancılaştırıcı koşullardır. Haysiyet niteliğinin bu koşullara karşın mutlak teslim olmama ve direnmeyi kışkırttığını söyleyebiliriz. Haysiyete saldırıdan, bunun insanlardan çekilip alınmasından doğan boşluk onları direnmeye ve özgürleşmeye çağıran bir olmayıştır.

KAYNAKLAR

– Bhaskar Roy; 2002, The Philosophy of MetaReality Creativity, Love and Freedom, Routledge Pub.

– Bhaskar Roy, 2017, Natüralizmin Olanaklılığı. Çev. Vefa Saygın Öğütle, Nika Yay.

– Bhaskar Roy (with Savita Singh), 2020, Reality and Its Depths, Springer Pub.

– Bottomore Tom & Nispet Robert, 2006, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi -I, Kırmızı Yay

– Bourdieu Pierre, 2015, Ayrım, Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi, Heretik Yay.

– Coser Lewis A., 2008, Sosyolojik Düşüncenin Ustaları, deki Yay.

– Robinovitch Gerard, 2016, Terörizm mi? Direniş mi? Çev. Işık Ergüden, Sel Yay.

– Sayer Andrew, 2011, Why Things Matter to People: Social Science, Values and Ethical Life, Cambridge University Press

– Schüzt Alfred, 2018, Fenomenoloji ve Toplumsal İlişkiler. Çev. Adnan Akan, Seyda Kesikoğlu Heretik Yay.

– Tilly, C. & Tarrow, S., 2015, Contentious Politics, Oxford University Press; 2nd edition

– Touraine Alain, 2002, Demokrasi Nedir? çev. Olcay Kunal, Yapı Kredi Yay.

– Türkmen Buket, 2020, “Gezi Direnişinden Ketüm Direnişlere Muhalif Özne” içinde der. A. Yaraman ve G. Alev, 2021, Siyaset Biliminde Sınır ve Sınırsızlık, Bağlam Yay.

1Bu metni hazırlarken tartışmaları ve önerileriyle katkıda bulunan Buket Türkmen’e teşekkür ederim.

2Lewis A. Coser, 2008, Sosyolojik Düşüncenin Ustaları, deki Yay.

3 Tiryakian Edward A., “Emile Durkheim” (çev. Ceylan Tokluoğlu); Anthony Giddens, “pozitivizm ve eleştiricileri” (çev. Levent Köker), içinde Tom Bottomore & Robert Nisbet, 2006, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi -I, Kırmızı Yay; Coser Lewis A., 2017, Sosyolojik Düşüncenin Ustaları: Tarihsel ve Toplumsal Bağlamlarında Fikirler, De ki yay

4 Tilly, C. & Tarrow, S., Contentious Politics, Oxford University Press; 2nd edition, 2015

5 akt. Buket Türkmen, 2020, “Gezi Direnişinden Ketüm Direnişlere Muhalif Özne” içinde der. A. Yaraman ve G. Alev, 2021, Siyaset Biliminde Sınır ve Sınırsızlık, Bağlam Yay.

6Alain Touraine, 2002, Demokrasi Nedir? Çev. Olcay Kunal, Yapı Kredi Yay.

7 Eserin çevirisinde (Vefa Saygın Öğütle), reason (=sebep) ve cause (=neden) uygun görülmüş. Bu tercihin sebepleri anlaşılır ve kavram üretiminde, kavramlara günlük kullanımından başka şeyler yüklenebilir. Buna rağmen, Türkçe okumada sebep ve neden arasına bu anlamı yüklemek akışı ve anlamayı güçleştiriyor. Bu nedenle sıfatlı bir çeviriyi tercih ettik ve güdüsel neden (reason) ve etki üretici neden (cause) demeyi uygun gördük. İkinci tanım (etki üretici neden=cause), tek başına biraz kafa karışıklığı oluşturabilir zira “neden” kullanıldığı bağlamın etki üretici unsurudur zaten. Ancak “güdüsel neden”den (reason) ayırmak için böyle bir sıfatlı kullanım gerekli. Güdüsel nedenlerin, etki üretici nedenler olma koşulları hakkında detaylı bir felsefi metin için lütfen Roy Bhaskar’ın Natüralizmin Olanaklılığı eserine bakınız.

8 Onur: 1. İnsanın kendine karşı duyduğu saygı; alicenaplık; 2. şeref.

Haysiyet: 1. Saygınlık 2; Öz saygı.

İtibar: 1. Saygınlık, 2. Borç ödemede güvenilir olma durumu; kredi. – TDK online sözlük.

9 Sevgi Çemberi ifadesi, Bhaskar’ın metaReality bahsinde açıkladığı bir kavrayıştır. Sevgiye bir temel insani durum niteliği olarak kurucu önem atfedilir eleştirel realizmde.

10 Bhaskar’ın iktidar ayrımı.

11 Bhaskar burada evrenin birliğine yapar: ‘universe’ (oneverse).

12 Haysiyet benzeri bir durumun hayvanlara da dair olup olmadığı burada konumuz dışındadır. Bu konuda pek bir açıklama getirecek durumda olmasam da hayvanlar için de bir haysiyetten söz edilebileceğini düşünüyorum.

13 Pierre Bourdieu, 2015, Ayrım, Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi, Heretik Yay.

Yazının linki: https://ozgurceelyazmalari.wordpress.com/2023/11/05/haysiyet-bir-direnis-cagrisi-elestirel-realist-bir-hat-onerisi-1/

Öne Çıkanlar