Faizsiz ekonomi politikası önerisi -5: Finansallaşmayı durdurmak

Faizsiz ekonomi politikası önerisi -5: Finansallaşmayı durdurmak
Makroekonomik istikrar açısından sabit faiz politikası gerekli fakat 'finans kapital' buna razı gelmeyeceğinden ekonomi politik açıdan, yani güç ilişkileri açısından, zor. Yani bu nokta Sol’dan politik bir müdahale gerektiriyor.

Dr. İlhan Döğüş


Ocak ayında Artı Gerçek için yazdığım 4 parçalık "Faizsiz ekonomi politikası önerisi" başlıklı yazı dizisine bir ekleme yapmak istiyorum.

O dizide merkez bankalarının politika faizini sabitleyip bankacılık sektörünün likidite ihtiyacına tam karşılık vermesiyle finansal istikrara katkı sunarken; büyüme, istihdam, eşitsizlik, enflasyon gibi hedeflerine yönelik olarak daha etkili bir enstrüman olarak maliye politikasının ikame edilmesi gerektiğini savunmuştum.

Bu yazıda da, faizi sabitlemenin finansal spekülasyon imkanlarını kısıtlayarak aşırı finansal karlara ve bu sayede finansallaşmaya ket vuracağını, tersine çevireceğini (=definancialisation) vurgulayacağım.

Önce merkez bankalarının bankacılık sektörünün likidite ihtiyacına tam karşılık vermesiyle faizleri nasıl stabilleştirdiğini berraklaştırmayla başlayalım; sonra finansallaşmanın ne olduğuyla ve nasıl ortaya çıkıp hangi makroekonomik koşullarda kendisini sürdürebildiğiyle devam edelim. En sonda da faizi sabitlemenin finansallaşmaya neden ket vuracağını açıklayalım.

MERKEZ BANKASI’NIN POLİTİKA FAİZİ VE PİYASA FAİZLERİ

İlk olarak ekonomik sirkülasyonun başladığı paranın yaratılması noktasından başlayalım:

Kredi yoktan yaratıldığı için, yani kredi verildiği anda mevduat yaratıldığı için, kredinin banka için maliyeti sıfırdır. Kredi önceden paketlenip hazırlanmış değildir; kredi talebi onaylandığı anda yaratılır. Dolayısıyla kredinin, talepten bağımsız ayrı bir arz eğrisi yoktur. Bunun en bariz kanıtı, talep edilen kredi miktarı arttığında faizin artmamasıdır. Kredi mevduattan verilseydi (ki bu hukuken mümkün değildir çünkü birisinin parasını banka başkasına veremez) hem kredi talebi arttıkça kredi faizi artardı, hem de Merkez Bankası politika faizini indirdiğinde bankalar da faiz indirmezdi zira daha yüksek faizle toplanmış krediyi daha düşük faizle sonrasında kredi olarak vermek rasyonel değildir. Bu nedenle faiz, piyasada kredi talebi ile mevduat arzı tarafından içsel olarak belirlenmez; Merkez Bankası tarafından dışsal olarak belirlenir. Bankalar, likidite ihtiyaçlarını karşıladıkları Açık Piyasa İşlemleri çerçevesinde Merkez Bankası'ndan aldıkları rezerv paraya ödedikleri politika faizinin (=repo faizi) üzerine bir kar marjı (=markup) koyarak kendi mevduat ve kredi faizlerini belirlerler. Bankalar merkez bankalarından aldıkları rezerv parayla tahvil satın aldıklarından, tahvil faizleri de politika faizini takip eder.

Aşağıdaki grafikte, ABD'de Fed faizi ile kredi faizinin farkı görülüyor. Bu fark, 1990'dan beri sabit ve stabil.

grafik-1.png

1990'dan sonra fark stabilleşti çünkü Fed, ve diğer önde gelen merkez bankaları da, para arzını kontrol ettikleri sanısının yanlış olduğunu fark edip, aslında faizi kontrol edebildiğini kavradı ve buna odaklandı.

Fakat aşağıdaki grafikten görüleceği üzere Türkiye'de bu fark oynak. Neden?

Öncelikle, Türkiye'deki bankaların likidite açıkları varken ABD'de bankaların likidite fazlaları var. Yani Türkiye'deki bankaların kredi-mevduat oranları 1'in üzerindeyken, ABD'de bu oran 1'in altında. Bunun temel sebebi, ABD'de bütçe açığının cari açıktan daha büyük olması çünkü cari açık ülke içinde verilen kredi ile yaratılan mevduatın yurtdışına gitmesidir, bütçe açığı da Hazine'nin vergi ile topladığından daha fazla parayı piyasaya vermesi demektir. 2002 sonrasında ekonomi politikaları cari açık vermek üzere tasarlanmış olan Türkiye'de ise dayatılan "denk bütçe" hedefi nedeniyle cari açıktan daha büyük bir bütçe açığı söz konusu değildir. Dolayısıyla Türkiye'de özel sektör, tasarruf açığı vermektedir. Diğer iki sebep ise, ABD'de "miktarsal genişleme" çerçevesinde Fed'in piyasadan tahvil satın almasıyla mevduat yaratması ve Türkiye'deki TL kredilerle yaratılan TL mevduatların Dolar’a geçmesi anlamına gelen dolarizasyondur.

grafik-2.png

Fakat tüm bunlardan daha önemlisi, TCMB, bankacılık sisteminin likidite ihtiyacına bazen tam karşılık vermemektedir.

Eğer Merkez Bankaları, asli görevleri olan finansal istikrarı sağlamak olan bankaların likidite ihtiyaçlarını yerine getirmezlerse, bankalar mevduatların kaçmasından kaynaklı likidite ihtiyaçlarını karşılamak için ellerindeki bono ve tahvilleri satmak (tahviller satılınca fiyatları düşer, faizleri artar), diğer bankalardan borçlanmak gibi iki seçenek dışında bir de mevduatları geri cezbetmek için mevduatlara ödedikleri faiz oranlarını yükseltmek yoluna da gidebilirler. Mevduat faizlerini yükselttiklerinde, kredi faizleri ile mevduat faizleri arasındaki farkı korumak isterlerse ve bankacılık sektöründeki rekabet düzeyi ve kredi talebi koşulları da buna izin veriyorsa, kredi faizlerini de yükseltirler. (Türkiye'de son dönemde mevduat faizlerindeki artışın sebebi, bankaların TL mevduatın tüm mevduat içindeki payına göre yüzde 10 tahvil tutma zorunluluğu getiren düzenlemedir.)

Bu türden bir faiz artışı, kredi talebinin artmasından kaynaklı değildir çünkü bu süreç kredi verildikten sonra ortaya çıkar: Banka kredi verdiği anda aynı miktarda mevduat yaratılmış olur, yani kredi-mevduat oranı o anda 1’dir ve banka için bir likidite sorunu yoktur. Ne zaman ki, o mevduat, bir ödeme nedeniyle başka bankaya transfer olursa, ithalat veya vergi ödemesine giderse, ya da başka bir finansal ürüne (bono, tahvil, hisse senedi, döviz, altın) dönüşürse, o zaman kredi-mevduat oranı 1’in üstüne çıkar çünkü mevduat azalmıştır, başka birşeye dönüşmüştür. Bu durumda temel olarak Merkez Bankası’ndan Açık Piyasa İşlemleri yoluyla rezerv parayla karşılaması gereken bir likidite ihtiyacı ortaya çıkar.

Bir diğer sebep, eğer Merkez Bankası, zorunlu karşılık oranını artırırsa, daha uzun vadeli mevduatlar için daha az zorunlu karşılık ayrıldığından bankalar uzun vadeli mevduat faizlerini artırarak mevduatlarının kompozisyonlarını uzun vadeliler lehine dönüştürmeyi tercih ederler. Bunun da artan kredi talebiyle ilgisi yoktur. (ABD'de pandemi başından beri; İngiltere, Danimarka, İsveç, Norveç, Yeni Zelanda ve Kanada'da 2010'dan beri zorunlu karşılık oranı sıfırdır. Dolayısıyla, 1/zorunlu karşılık oranı olarak tanımlanan 'para çarpanı' mefhumu anlamsız ve geçersizdir.)

Aşağıdaki grafikte sergilendiği üzere, TCMB bankaların likidite ihtiyaçlarını tam karşılamayıp bankaları repo harici diğer fonlamalara yönlendirdikçe, TCMB ortalama fonlama maliyeti ile politika faizi farkı artıyor ve bu fark, kredi ve mevduat faizlerine yansıtılıyor ve böylece kredi faizinin ve mevduat faizinin politika faizi ile arasındaki fark da artıyor.

grafik-3.pnggrafik-3.png

Özetle, bütçe açığının cari açığın üzerine çıkarılması sayesinde kredi-mevduat oranının 1'in altına düşürülmesi ile ve Merkez Bankası'nın bankacılık sisteminin likidite ihtiyacını tam karşılaması ile faizler pek ala stabil kılınabilir.

Buna meydan okuyacak faktör, elbette Dolar-TL kurundaki oynaklıktır fakat ülkenin hem sıcak sermayeye ve ithalata bağımlılığını azaltacak hem de siyasi ve ekonomik istikrarını sağlayacak demokratik kamucu dönüşümlerle bu sorun da halledilebilir. Daha önemlisi, faiz sabitlenirse, faiz kararlarındaki değişim beklentisine dayalı spekülasyonlar ve portföy akımları da pek olmayacağı için kurdaki oynaklık da minimuma iner.

Bu politika önerisi, içe kapanmacılığı ve emeğin dolaşımının yasaklanmasını da meşrulaştıracak sermaye kontrolleri gibi ulusalcı politikalardan daha demokratik ve etkilidir.

TEKELLEŞME VE FİNANSLAŞMA

1970'lerin sonlarında kolaylaştırılan şirket evlilikleri, borsada rakip veya başka şirketin hisselerinin çoğunu alarak ele geçirme (=takeover) ve özelleştirmeler yüzünden tekelleşme birçok ülkede arttı.

2011 yılında yapılan bir çalışmaya göre ulus-ötesi firmaların değerinin %80'inine yakınını en tepedeki 737 hissedar kontrol ediyor. Tekelleşmenin artmasına mukabil, işsizlik ve eşitsizlik arttı ve emeğin GSMH'dan aldığı pay düştü tüm dünyada çünkü piyasayı domine eden büyük firmalar, çok üretmeden de birim maliyetin üzerine çok yüksek kar marjı koyarak yüksek kar edinebildiklerinden, üretim ve yatırım yapma gereği duymazlar. 100 tane üretip parça başı 10 lira kar edebilecekse, 1000 tane üretip parça başına 1 lira kar etmeyi tercih etmez.

Peki parça başına 10 lira kar etmeyi nasıl başarıyor bir firma?

Öncelikle ürününü farklılaştırarak. O nedenle tekelleşmenin arttığı 1980 sonrasında etrafımız reklamlarla doldu: "Benim malım daha kaliteli, daha güzel", "sen farklısın, benim malım da farklı".

Herkesin düz beyaz ve aynı gömlek sattığı bir durumda rekabet fiyat üzerinden olur, reklama gerek yoktur. Ama bir tane firma kırmızı gömlek üretirse kırmızı tercih eden ve biraz parası olanlar, biraz daha pahalıya satın alabilirler o kırmızı gömleği. Bu sayede firma, birim maliyetinin üzerine daha yüksek bir kar marjı koyarak fiyatlama yapabilir.

Tekelleşmenin artmasına dair yaptığım doktora çalışmamda edindiğim bulgulara göre, firmaların toplam maliyetleri içerisinde reklam, piyasa araştırması, satış operasyonları, ürün farklılaştırma, Araştırma-Geliştirme (AR-GE) gibi maliyetlerin payı artarken emek maliyetlerinin payı düştü 1980 sonrasında tekelleşmenin artmasıyla.

Bu süreç, işçi sınıfını da ikiye böldü ve maaşlar arasında eşitsizlik yarattı.

Doktora tezimde yarattığım aşağıdaki grafikte ABD’de beyaz-yakalı ve mavi-yakalı işçiler arasındaki maaş eşitsizliği ile piyasa yoğunlaşmasındaki (tekelleşmedeki) beraber artış görülüyor: Pazar paylarını artırmak isteyen büyük firmalar, bu paylarını artıracak inovasyonları yapan beyaz-yakalılara daha çok önem ve maaş verdiler.

grafik-4.png

Bu saydığım ürün farklılaştırma, reklam gibi firmanın piyasa payını artırmayı hedefleyen inovasyon işlerini yapan beyaz-yakalıların maaşları artarken ve bu farklılaştırılmış ve daha pahalıya satılan ürünleri yine bu beyaz-yakalı işçiler moda ve statü motivasyonuyla tüketirken, üretimi yapan mavi-yakalıların maaşları baskılandı.

İyi maaş alan örneğin otomotiv sektöründe çalışan bir mühendis, daha pahalı ve markalı bir ayakkabı satın aldığında o ayakkabıyı üreten firmanın yüksek kar marjlı fiyatlamasını realize ederek o firmanın sektöründeki pazar payını artırmasına katkı sunar. O ayakkabı firmasında reklamcı ya da tasarımcı olarak çalışan bir beyaz-yakalı da aldığı yüksek maaşla o mühendisin tasarladığı arabayı satın alarak kendi sosyal statüsünü ve araba firmasının pazar payını yükseltir. (Bu hikayede kaybeden maaşı baskılanmış mavi-yakalılar, neoliberal teknokratların dayattığı kemer sıkma politikaları karşısında itirazlarını küreselleşme-karşıtı milliyetçi hareketlerde bulur oldular.)

Bu ulus-ötesi küresel bir sınıf haline gelen beyaz-yakalılar daha yüksek maaş alabildiklerinden, aşağıdaki grafiğin gösterdiği üzere, daha çok tasarruf da edebildiler ve artan tasarrufları özel emeklilik ve özel sağlık sigortaları aracılığıyla finans piyasalarına aktı ve finans piyasalarını şişirip orada kar imkanları gelişti, üretimden kar imkanları talep baskılandığı için daraldı. Örneğin beyaz yakalıların istihdam payı ve tasarruf oranı 2011 yılında 1984 yılındaki ile aynı olsaydı, işçilerin toplam reel tüketim harcamaları %35 daha yüksek olacaktı.

grafik-5.png

Bu yüzden mal ve hizmetlere olan talep baskılanınca normalde üretim yapan finansal-olmayan firmalar da üretimden ziyade finanstan para kazanma yoluna yöneldiler. Bugün otomotiv şirketleri, otomobil satmaktan daha çok finanstan kar yapar durumdalar. Servet eşitsizliğinin 1980 sonrasında devasa düzeyde artmasının arkasında temel olarak bu finansallaşma serüveni yatmaktadır. Amerikalıların en zengin %1'i ABD'deki tüm hisselerin %53'üne, en zengin %10 ise %89'una sahiptir. Aşağıdaki grafik, ABD’de finansal-olmayan firmaların finansal karlarının toplam karlarındaki payı gösteriyor.

grafik-6.jpg

FAİZİ SABİTLEYİNCE

Finansallaşmanın tekelleşme haricindeki bir diğer sebebi, spekülatif borçlanmayı cezbeden regülasyonlar ve düşük faiz politikası idi. Finansal varlıklardan edinilecek kredi faizinin üzerindeki kar beklentisi finansal varlıklardaki pozisyonları kredi ile finanse etmeye yönlendirdikçe, finans piyasalarına bu sayede akan aşırı fon akışı, finansal kar beklentilerini tekrar yukarı çekti. Miktarsal genişleme ile yaratılan mevduat da tasarruf eğilimi yüksek üst gelir grubuna gittiğinden tekrar hisse, tahvil gibi finansal ürünlere aktı ve orada fiyat balonları oluşturdu.

İşte faiz sabitlenirse finansal ürünlerin fiyatları aşırı kar beklentisi oluşturacak kadar dalgalanmayacak. Örneğin Merkez Bankası’nın faiz kararına ve ona dair tahminlere göre, borsa, tahvil ve kur değişiyor. Finansal yatırımcılar, bu kararlara dair beklentileri çerçevesinde ve merkez bankalarının karar metinlerine ve sözlü beyanatlarına gömülmüş gizli mesajlardan hareketle pozisyon alıyorlar. (Faiz artışı kadar enflasyon üzerinde etkili dedikleri ve faiz artışlarından çok önce yapmaya başladıkları 'sözlü yönlendirmelerin' fiyatlar üzerinde etkili olmadığını da son 2 yılda tekrar deneyimledik.) Dolayısıyla faizin sabitlenmesi ve gerekli regülasyonlar ile, finansal spekülasyon imkanları ve finansal karlar daraltılmış olacaktır.

Finansal karlar daraldıkça ve kamu yatırımları aracılığıyla reel yatırım alanlarında kar imkanları belirdikçe, finansal olmayan firmaların finansallaşmalarına (=finanstan kar yapmalarına) da ket vurulacaktır ve servet eşitsizliğini azaltacak olan bir ‘tersine finansallaşma’ (=definancialisation) süreci gelişecektir. Finansal kar vergisi de piyasadaki fazla para miktarını emerek finansal varlık fiyatlarının aşırı şişmesine ket vurur. Kamu yatırımlarının ve kamu istihdamının geliştireceği talep düzeyi de yeni firmaların kuruluşunu tetikleyeceğinden, gelir eşitsizliği artışının arkasındaki başat faktör olan tekelleşmeye de ket vuracaktır.

Makroekonomik istikrar açısından bu sabit faiz politikası gerekli fakat 'finans kapital' buna razı gelmeyeceğinden ekonomi politik açıdan, yani güç ilişkileri açısından, zor. Yani bu nokta Sol’dan politik bir müdahale gerektiriyor. Zira Millet İttifakı etrafında toplanmış teknokrat neoliberal iktisatçıların da bu ‘tekelci finans kapital'e karşı bir pozisyon alacak bir mizaçları ve perspektifleri maalesef yok.


İlhan Döğüş: 1983 Newroz’unda Elbistan’ın Sevdilli köyünde dünyaya geldi. İstanbul Erkek Lisesi’nden sonra, ÖSYM bursuyla girdiği Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Finans lisans eğitimini 2011‘de tamamladı. Akdeniz Üniversitesi ve Hamburg Üniversitesi’nin ortak Avrupa Çalışmaları yüksek lisans programını DAAD bursuyla Mayıs 2014‘te tamamladı. Ekim 2014 – Ekim 2017 arasında Hamburg Üniversitesi Sosyal Ekonomi departmanında „finansallaşma, maaş eşitsizliği ve tekelleşme“ başlıklı, uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmış 3 makaleden oluşan doktora tezini tamamladı; araştırma görevlisi olarak „Büyüme ve Bölüşüm“ ve „Ekonomiye Giriş“ derslerini verdi. Rostock Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırma görevlisi olarak Finans ve İktisat Politikası, Dağıtım ve Rekabet, ve Endüstriyel İktisat derslerini verdi. Eşitsizlik, finans ve iktisat politikası temel araştırma konularıdır.

Öne Çıkanlar