Devletin dini, dinin devleti -1-

Devletin dini, dinin devleti -1-
Devlet çoğunlukçu dini kontrol ederken ondan aldığı güçle çoğunlukçu dini yeniden yapılandırıyor, onu ihtiyaçlarına göre şekillendiriyor. Dolayısıyla toplumu zorladığı şey de dünyevilik değil de çoğunlukçu dinin payandalığıyla yeni bir din olmasın?

Ayhan Yalçınkaya

Okur için not: Aşağıdaki yazı 4-5 Şubat 2023 tarihlerinde, İstanbul’da bir HDP organizasyonu olan Demokratik Cumhuriyet Konferansı’nda yaptığım konuşma baz alınarak yazılmıştır. Ancak ilgili konuşmanın bir bant çözümü olmadığı gibi, kaleme alınırken, yazıdan anlaşılacağı ve şu anda da içinde olduğumuz üzere deprem-katliam günlerindeydik ve bundan ötürü buna ilişkin değiniler de içermektedir. Yazının, en azından ilk kısımlarında konuşma üslubu korunmaya özen gösterilmiştir ama bu, söylediğim gibi, yazı ile konuşma arasında tam bir uyum ya da özdeşlik olduğu anlamına kesinlikle gelmemelidir.

*****

Konuşmaya başlarken konuşmacıların çoğunun selamlama sözü içinde geçen mutluluktan payımı almadığımı belirtmek isterim. Burada olmaktan dolayı mutsuzum! En başta şu oturma düzeninden dolayı. Önümde bir masa olmadan konuşmaya alışık değilim ve çok rahatsızım. Notlarımı nereye koyacağım? Şu oturma düzenine bakınca kendimi HDP’nin bir buluşmasında değil de TÜSİAD’ın ya da DAVOS Zenginler Kulübünün bir buluşmasında sanıyorum. Notlarımı koymak için –göz görmeyince, onları kendime yakın tutmaya- zorunlu olarak bacak bacak üstüne atacağım. Bu da saygısızca olacak farkındayım.

Bir zamanlar mensubu olduğum fakültede, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bir öğrenci eylemi sırasında, bir dekan yardımcısı öğrencileri sakinleştirmeye çalışırken hemen arkasında bir başka dekan yardımcısı elleri cebinde dikiliyordu. Öğrencilerden biri bağırdı: “Çıkar o ellerini cebinden; öğrencinin karşısında ellerin cebinde duramazsın!” Tıpkı bunun gibi, ya dinleyicinin karşısında bacak bacak üstüne atılır mı?

Öyle bir oturma düzeni ki sanki biz dinleyicilerimize çok yukardan inci taneleri dağıtacağız. Biz buradan buyuracağız, siz oradan alacaksınız. Davos ya da TÜSİAD toplantısı gibi demem boşuna değil. Yetmezmiş gibi, mutsuzum; çünkü neyi, nasıl konuşacağımı bilmiyorum doğrusu; heyecandan. Nasıl olmayayım ki; öncelikle karşımda oturanlara bakıyorum; büyük, ağır bedeller ödemiş ve ödemeye devam eden insanlar; Akın Birdal bana bakıyor, Mehmet Altan ve KHK zulmüne uğramış akademisyenler, arkadaşlarım; yetmiyor Türkçenin hayranlıkla izlediğim kalemleri; Necmiye Alpay, Süreyya Karacabey, Sevilay Çelenk, Ali Duran Topuz; hangi sözcüğü şimdi nasıl ve nerede kullanmalı?

Gazeteciler var karşımda; örneğin Tuğrul Eryılmaz orada; es kaza ağzımdan yanlış bir şey çıksa beni cümle İzmir’e rezil eder vallahi. Hani bir de aramızdan yeni ayrılan Hocam Ümit Hassan burada olaydı; tam olurdu. Böyle bir topluluğun karşısında nasıl konuşulur; heyecanlanmadan, mümkün mü?

İkincisi, bunlar ve benzeri isimler bir yana; bu salonda, karşımda yine çok ağır bedeller ödemiş, ödemeye devam eden, şanslı olanların dağdan sırtlarında evlatlarının cesetlerini indirdiği, olmayanların evlatlarının bir mezar taşı olsun diye çırpındığı, mezar taşı sahiplerinin “ne olur mezarımız parçalanmasın” diye gece gündüz kaygı çektiği Kürt anneleri, Kürt toplulukların üyeleri, Ermenidir, Kürttür, Kızılbaştır diye cenazesi mezarından çıkarılmak zorunda bırakılan Hatun Ana gibi analarımız var. Kürt toplulukların dernekleri, örgütleri, temsilcileri…Dahası, bütün talepleri neredeyse altına girmek için bir karış mezar toprağına sığdırılmış Ermeni toplulukların temsilcileri, örneğin Pakrat Estukyan karşımda. Bu topluluk karşısında nasıl konuşulur ki?

Nihayet mutsuzluğumun sonuncu nedeni: Alevi topluluklar karşısında konuşmaya alışkınım ama buradaki yoğun dinleyici topluluğu benim tanıdık ve alışkın olduğum bir topluluk olmadığı gibi, onlar da bana pek aşina değil. Dolayısıyla nerede, hangi bam teline, nasıl basacağım; nerede, ne zaman zülfü yare dokunacağım konusunda şüphelerim var. Kürt sorunu ve topluluklarıyla elbette bir soruya binaen “Hiç gündemime girmedi” gibi bir yanıt veren Korkut Boratav Hocamız gibi mesafeli değilim. Hatta belki de konuşmaya tam buradan başlamalıyım.

Tanış olduğum Alevi topluluklarla, pek de yakın temasımın olmadığı Kürt topluluklar arasında belki de hiç ummadığımız bir ortaklık olabilir. Özellikle hem de hiç beklenmedik bir yerde; dine ilişkin yaklaşımda. Dersimli pirler için anlatılan bir fıkra vardır. Dersimli dedemiz talibiyle su kıyısında yürürken suya düşmüş. Su almış bunu götürüyor. Talip yanı sıra koşuyor ve bağırıyor bir yandan; “Pirim, elini ver, elini ver!” Ver ki çekip çıkarayım seni sudan. Dedemizden ses seda yok; kollarını bağlamış, sürükleniyor suda. Talip kan ter içinde hem seslenmeye, hem koşturmaya devam. Derken uzaktan biri görünmüş; bakmış ki hal, hal değil. Talibin yanına gelmiş ve şöyle demiş: “Yahu ne uğraşıyorsun cahil cahil; bilmez misin, dedeler vermeye değil, almaya alışkındır.” Bunun üstüne aymış talip ve elini suda sürüklenen dedeye uzatmış; “Pirim elimi al, elimi al.” Pir uzanan eli yakalayıp çıkmış sudan. İşte bu fıkrayı, olduğu gibi, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi üzerine çalışan bir doktora öğrencimden de dinledim. Bu fıkra orada da anlatılıyormuş meğer ama bir farkla; pir/dede yerine Mele/molla konularak! Dolayısıyla kendimi sakinleştiriyorum. Belki de tahminimden daha fazla ortak yanımız vardır; korkacak bir şey yoktur.

Ancak aynı fıkra bize bir şey daha anlatmıyor mu? Dinleri itibariyle birbirinden neredeyse tümüyle farklı iki ayrı toplulukta, dine ve dine ilişkin kimi hak ve ayrıcalıkları elinde tutan kesimlere yönelik bu güçlü eleştirel refleks, ne yazık ki bu kesimlerin temsilciğine soyunmuş muhalif çevrelerde bile göz ardı ediliyor ve onun yerine eleştiri nesnesi olması gereken din ve din insanlarının (şimdilik dindarlardan söz etmiyorum) kendi din kavrayışlarının insafına terk ediliyor; din dediğimiz şey. Ben bu konuşmada, çoğun yapıldığı gibi Cumhuriyet’in din ve laikle ilgili uygulamalarını belirli tarihsel uğrak noktaları ya da kesitleri işaretleyerek sunmak yerine (ki aramızda bunu benden çok daha iyi yapacak tarihçiler, örneğin Dr. Faruk Alpkaya var) devlet ve din arasındaki ilişkiyi başka bir gözle okuyabilir miyiz sorusu üzerinden ilerlemeyi seçeceğim.

Bu sorunun ne ölçüde özgün olup olmadığı bir yana, böyle bir soruyla yola çıkmamın temel nedeni Türkiye’de din-devlet ilişkileri ya da laiklikle ilgili sorunlar, tartışmalar gündeme geldiğinde bu ikisi arasındaki ilişkinin baskın bir biçimde dikotomik bir perspektiften kurulması ve “ya o, ya o” mantığıyla meseleye yaklaşılması. Oysa belki de bu ilişkiye artık “hem o, hem o” biçiminde yaklaşmalıyız; ikisinin arasında sandığımız gibi bir uçurumun olmadığı, ikisinin çıkarlarının mutlak bir biçimde çelişmek zorunda bulunmadığı; hatta daha ötesi ikisinin arasında gözlenen çatışmaların birbirini doğal ya da özsel olarak kusmalarından değil, tam tersine bir kök ortaklığı ve bir benzetmeyle, miras paylaşımından kaynaklandığını düşünmeliyiz.

Vasıf Ülkü Takvimi’nin 9 Şubat 2023 tarihli yaprağına göre, “kendi kendini idare etmeyi öğreten yönetim, en iyi yönetim”miş ve hatta Miguel de Unamuno da perçinlemiş bunu: “En zor bilim kendini bilmektir.” Demek ki en iyi yönetim en zor işe soyunan yönetimdir bu durumda. Gerçekten de en iyi yönetimin bir doğası olaydı, bu mu olurdu; yani tüm pozitif ütopyaların soyunduğu ya da hayalini kurduğu şey; öyle ya, kendi kendini yönetebilmek –en azından günümüzün hakim kabulleri çerçevesinde- ancak kendini bilen üyelerden oluşan bir toplulukta mümkün olabilir ki bu aynı zamanda topluluğun kendini bilmesini de ifade ediyor olabilir? Aynı yaklaşım elbette tam tersi bir sonuç çıkarmaya da el veriyor: En iyi yönetim diye bir yönetim yoktur; olanaksızdır da. Çünkü hem kişiler, hem onların oluşturduğu topluluğun kendini bilmesi ham bir hayalden öteye gitmez; en fazlasından bir ideal norm olarak yükseğe konulmuş bir çıta, erişilecek bir hedef gibi düşünülebilir; adeta Platon’un ideal devleti. Ancak bu olanaksızlık yalnızca kişilerin ya da toplulukların kendini bilme yetersizliği ya da kapasitesizliğiyle mi ilgilidir; en iyi yönetimin olanaksızlığını buradan mı türetmeli, yoksa yönetimin –en iyi yönetim olsun ya da olmasın- kendine has doğasından; örneğin onu yönetim olarak adlandırmamızı mümkün kılan, yönetimin yönetim oluşunu sağlayan şeyden mi? Uyarmaya bile gerek yok ki burada yönetim derken elbette daha bilindik sözcüklerle sevk ve idareyi ya da biraz daha ırak bir terimle siyasayı değil, doğrudan siyaseti ve buna ilişkin ya da tam da bunu var eden siyasallığı, siyasal olanı, siyasal bağı anlamalıyız.

Belki de burada sorun öğreten terimindedir. Öğreten neyi, niçin ve nasıl öğretmektedir sorusundan önce, öğreten öğrendiğini nereden, kimden, nasıl öğrenmiştir? En önemlisi onun öğretme hakkı, gücü, yeterliliği ya da yetkisi nereden kaynaklanmaktadır? Hani olmaz ya, dilesek ondan başkasından öğrenmeyi seçebilir miyiz? Kendi dışındaki öğreticilerin de bize, bizim onlara ulaşmasına/ulaşmamıza fırsat tanımakta mıdır?

İçinde yaşadığımız deprem-katliam günlerinde hemen hepimizin diline yerleşen bir ifade oldu: “Devlet nerede?” Bu soru doğrudan devleti mi, yoksa devletten nasıl ayırt edileceği tartışmaları şimdilik bir yana, Tanıl Bora’nın sözüyle kamuyu mu arıyordu? Bunu da bir yana bırakalım ve sözün söylediğinden yana kuşkusu olmadığını kabul edelim. Sahi, neredeydi ve kuşkusuz, eğer biz onu aradığımız yerde göremiyorsak, bu devletin ya orada olmadığını ya da bizim dilediğimiz, istediğimiz, beklediğimiz gibi orada olmadığını gösteriyordu ki her durumda devlet esasen oradaydı; ya yokluğunu hissedip varlığını aramamızla, doğrudan içimizde hissettiğimiz, etimizde acısını çektiğimiz yokluğuyla oradaydı ya da zaten oradaydı ama biz o orada oluş halinden memnun değildik ama oradaydı.

İkinci tepkimiz ise yine birincisine bağlı olarak kendini gösteren “daha az devlet, daha çok toplum” biçiminde kendini gösterdi. Eğer devlet orada olaydı bu talep bu kadar can yakıcı olmayacaktı. Mademki devlet orada değildi ya da başka bir biçimde oradaydı, öyleyse, hiç orada olmamalı, elini çekmeli, mademki bir derde merhem olamıyor, hiç değilse, derde derman olacak olanı engellememeli, yolunu kesmemeliydi bir uğru gibi. Oysa devlet bir uğru gibi yol kesiyor; başkasının özel mülkiyetindeki yardım malzemelerine el koyuyor, hatta başkalarından gelen tırlara devlet partisinin afişlerini asarak düpedüz yalan söylüyordu. Yetmiyor; giderek alışkanlık haline getirdiği şeyi yaparak devlet dışında oluşturulmuş yardım koordinasyon merkezine kayyum atamaya kalkışıyordu. Yani olmadığı gibi, var/yok olduğu yerde de kendi varlığının altını çizmek uğruna, insanları ölüme terk ediyordu.

Ama bu deprem, hiç olmadığı kadar bir şeyi açığa çıkardı, ifşa ve teşhir etti. İster siyasetçilerin depreme ilişkin tutumlarını temellendirirken başvurdukları Sünni dinsel söylem gözetilsin, isterse DİB ve benzeri dinsel cemaat örgütlenmelerinin aynı zeminde yer alan söylem ve eylemleri olsun; en azından Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde artık dinle –en azından çoğunlukçu dinle devlet arasında bırakalım bir düşmanlık olmasını, gerilimin bile kalmadığını, devlet ile din arasında müthiş bir uyumun var olduğunu gösteriverdi. Demek ki din ile devlet birbirine düşman değildi.

Şimdi burada “ama bu gerçek İslam, gerçek din değil” gibi itirazların hiçbir anlamı olmayacaktır çünkü din, kendine biçtiği anlamlar içinden ve yalnızca ona iman ederek özcü bir biçimde ele alınacak bir olgu değildir. Mademki özcü bir biçimde ele alınmayacak, o halde şöyle bir itiraz geliştirilebilir: Dinle devletin bugün birbirinin ayak izlerine basar hale gelmesi, ancak tarihsel bir dönüşümle açıklanabilir ki bu da ikisi arasında ontolojik bir gerilimin olmadığı anlamına gelmez; en fazlasından bu gerilimin tarihin farklı dönemeçlerinde farklı biçimlere evrildiğinden söz edebiliriz. İşte ben de bu yazıda tam da bu itirazın üstüne gitmeyi deneyeceğim ki zaten bu itirazın beslendiği yer, benim tam da en başta söylediğim gibi, kök ortaklığı. Ontolojik bir gerilim hep vardır, hep de olacaktır; din din olduğu, devlet devlet olduğu sürece. Ancak ontolojik gerilimin varlığı bir dikotomi olarak okunmamak, dine ve devlete özler atfetmemek kaydıyla. Yani ontolojik gerilimin varlığını, din ve devletin diyelim birbirini araçsallaştırmasını, birinin diğerini baskılamasını, ötekinin berikini kontrol altında tutmasını ya da yasaklamasını, birinin yek diğerine müdahil olmasını, hatta onu ve dogmalarını tanımlama girişimlerini meşrulaştırmak ya da sözüm ona açıklama girişiminde esas almamak ve buradan görünürde ya da esasa ilişkin bir dikotomi türetmemek kaydıyla. Çünkü bu bapta türetilen her dikotomi esasen kendi mantığı gereği ya dinci, ya devletçi bir konumlanışı meşrulaştırmaktan öteye gitmeyecektir.

Benim de varlığını kabul ettiğim din ve devlet arasındaki ontolojik gerilim, herhangi bir özsellikten kaynaklanmadığı gibi, kuşkusuz belirli bir evrensellik içinde de tezahür etmemektedir; gerilimin bizatihi kendi varlığı dışında ki o evrenseldir. Türkiye’de din ile devlet arasındaki gerilim hemen çoğunlukla dikotomik bir ilişki olarak ifade edilmiştir. Öyle ki devlet din arasındaki ilişkiye dair eleştirel yaklaşımlar bile Türkiye’de laikliği bir sorun olarak formüle ederken, bu dikotomik bakış açısından kurtulmayı pek de başaramamıştır.

Buna göre, Türkiye’de laiklikten kurumsal, siyasal, hukuksal, yapısal bir bütünlüğü anlamak yerine devletin toplumu belirli bir biçimde laikliğe zorladığı, esasen dünyevileşmeye zorladığı, yani bireylerin hayatının tüm alanlarında, özel-kamusal ayrımı gütmeksizin dinsel referansları söküp atmaya zorladığının anlaşıldığı ve bunun da sorun yarattığı iddia edildiği gibi, aynı anda devletin bir yandan laikliği din ile devletin ayrışması olarak formüle ederken aynı anda çelişkili gibi görünen bir tutumla çoğunlukçu dinin örgütlenmesi olarak DİB’i devletin içinde yapılandırarak, toplumsal plandan da kovmaya çalıştığı dini, siyasal yaşamın tam kalbine yerleştirdiğidir, Acaba bu gerçekten de bir çelişki midir; bir tutarsızlık?

Aksine, devlet çoğunlukçu dini hem arkasına alıp hem onu kontrol ederken ondan aldığı güçle çoğunlukçu dini yeniden yapılandırıyor, onu kendi ihtiyaçlarına göre şekillendiriyor ve dolayısıyla da toplumu zorladığı şey de dünyevilik değil de tam da çoğunlukçu dinin payandalığıyla yeni bir din olmasın?

Devam edecek.


Ayhan Yalçınkaya: 1964 yılında dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Akademik, Alevilik, Bektaşilik, Azınlıklar, Etnik gruplar kategorilerinde eserler kaleme aldı. Yalçınkaya'nın çok sayıda kitabı çeşitli yayınevleri tarafından okurlarının beğenisine sunuldu.

Öne Çıkanlar