Devlet yok ve para da geçmiyorsa

Devlet yok ve para da geçmiyorsa
İnsanlık hikayesini unutmuştur. Çoğumuz piyasayı, varlığı “doğal” hatta “zorunlu” olan bir çözüm gibi düşünürüz. Oysa piyasa tarih boyunca bulunan çözümlerin en sonuncusudur ve zorunluluğunu, “zor”un tekelini elinde tutan devlete borçludur.

Çiğdem Boz


Deprem bölgesinden öğrencilerim ve dostlarımla yaptığım konuşmalarda tekrarlanan iki şikayet vardı: “burada devlet yok” ve “para da geçmiyor”. Azıcık iktisada bulaşmış biri için bu, devlet ve piyasanın “etkin” olmayışı anlamına gelir. Daha teknik bir dille kamu-piyasa başarısızlığı bir aradadır diyebiliriz. Politik iktisat veya iktisadi antropolojiyle ilgilenen bir iktisatçı ise biraz daha ileri giderek, devletin ve piyasanın öncesini düşünür. Öyle ya, insanlık bu iki kurumla birlikte doğmadığına göre yani bunlar insan yapısı şeyler olduğuna göre devlet ve piyasayı icat etmeden önce insanlar sorunlarını nasıl çözüyorlardı? Hayatta kalmak için üretmek, bölüşmek ve tüketmek zorunda olan insanlar bu iktisadi eylemlerini neye göre yapıyordu? Buldukları çözümler başarısız olsaydı hayatta kalamayacaklarına göre bu eski çözümleri neden terk etmişlerdi?

İnsanlık tarih boyunca maddi ihtiyaçlarını gidermenin çeşitli yollarını bulmuştur. Zaten iktisat tarihi dediğimiz şey insanlığın maddi ihtiyaçlarını giderme çabalarının bir hikayesidir. Günümüzde yediğimiz şeylerden çocuk bakımına, eğitimden sağlığa nerdeyse tüm ihtiyaçlarımızı çoğunlukla piyasadan kısmen de devlet aracılığıyla temin ettiğimiz için başka yollar aklımıza gelmez.

İnsanlık hikayesini unutmuştur ya da hikayenin başını 18-19. Yüzyıllara konumlandırıp, doğrudan kapitalizmin içine doğduğunu düşünüyordur. Bu yüzden de çoğumuz piyasayı, varlığı “doğal” hatta “zorunlu” olan bir çözüm gibi düşünürüz. Oysa piyasa tarih boyunca bulunan çözümlerin en sonuncusudur ve zorunluluğunu, “zor”un tekelini elinde tutan devlete borçludur. Bu anlamda modernite devlet ve sermayenin kardeşliğinden başka bir şey değildir. Kardeşlerdir ama her birine başka bir sosyal bilim bakar. Çünkü üretimdeki işbölümü ve uzmanlaşma bilimsel bilgi üretimine de yansımış, bir bütün olan toplumsal olguları devlet, toplum ve piyasa diye ayrıştırarak her birine bakmak üzere bir sosyal bilim disiplini görevlendirilmiştir. Siyaset bilimi devlete bakarken modern iktisat bilimi de insanın maddi ihtiyaçlarının giderilmesi konusunda başvurulacak tek merciin piyasalar olduğu varsayımıyla hareket eder.

PİYASA SİSTEMİ EN FAZLA 500 YILLIK GEÇMİŞE SAHİPTİR

Bize hikayemizi unutturan şeylerden biri modern sosyal bilimlerin arasındaki işte bu katı ve yapay sınırlardır. Burada önemli olan nokta piyasa ile piyasa sisteminin aynı şey olmadığını hatırlamakta. Pazar veya piyasa modern zamanlar öncesinden bu yana vardır ama piyasa mantığının tüm ilişkilere hâkim olması anlamına gelen piyasa sistemi yalnızca ve en fazla 500 yıllık bir geçmişe sahiptir.

Devlet denen şey ise 5000 yıl öncesine kadar gider. Hiç tarih kitaplarına bakmasak bile biraz müze gezdiğimizde insanlığın hikayesinin bu kadar kısa olmadığını anlarız. İşte müzelerde veya ören yerlerinde kalıntılarını gördüğümüz “modern” olmadığı düşünülen, 19. Yüzyıl dilinde “ilkel” halklar diye tabir edilen, bu toplumlar ve onların toplumsal örgütlenmeleri antropoloji bilimine bırakılmıştır. İnsanların sorun çözme konusundaki yaratıcılığını ve kolektif eylem kapasitesini göstermesi bakımından antropoloji önemlidir. O halde hikayemizin unuttuğumuz kısmını hatırlamak için iktisadi antropoloji bize yardımcı olabilir.

İktisadi antropoloji denince ilk akla gelen isim olan Polanyi, tarih boyunca ortaya çıkmış toplumsal formasyonları üç başlıkta ele alır: Karşılıklılık- yeniden bölüşüm-meta mübadelesi. Bunu armağanlaşma-devlet ve piyasa diye okuyabiliriz. Kendi haline bırakılsaydı insanlığın hiçbir zaman piyasa sistemine evrilmeyeceğini düşünen Polanyi’nin yanına Karatani’yi de eklemek hikayemizin unuttuğumuz kısmını hatırlamamıza ve hatta gelecek için daha güzel bir hikâye yazmamıza yardımcı olabilir.

Benzer şekilde Karatani de toplumsal formasyonları üç kategoriye ayırır ama bu ayrımı mübadele tarzlarına göre yapar: karşılıklı armağanlaşmaya dayalı A tipi (devlet öncesi klan, aşiret vb. toplumlar), yağma ve yeniden bölüşüme (yönetim ve himayeyi içeren) dayalı B tipi (devletli toplumlar), meta mübadelesinden oluşan C tipi mübadele tarzı (kapitalizm). Bunlara ek olarak Karatani, bu üçünün aşılması anlamına gelen D tipi (devlet-sermaye-ulus düğümünden kurtulmuş göçebe toplum) mübadele tarzından bahseder ki işte geleceğe dair güzel hikâye kısmı burasıyla ilgilidir.

Her ne kadar nasıl ortaya çıkacağını bugünden öngöremesek de eşitlik ve özgürlük ideallerinin bir arada gerçekleştiği D tipi mübadele tarzının mutlaka ortaya çıkacağını düşünür Karatani. Çünkü kökeninde göçebe toplumdan beri bastırılan şey vardır. Tarihe mübadele tarzları açısından bakan Karatani, komünizmin basitçe bir ekonomik gelişme ya da ütopyacılık meselesinden ibaret olmadığını, ilkel komünizmin geri dönüşü olarak görülmesi gerektiğini düşünür. Ancak burada geri dönen klan toplumu komünizmi değil göçebe toplum komünizmidir. İşte bu D tipi mübadele tarzı, B ve C tipinin hâkim olduğu aşamalarda bastırılmış olan A tipi mübadele tarzının (karşılıklı armağanlaşma) geri dönüşüne işaret eder. Bizzat klan-kabile toplumunun ve onu yönlendiren A tipi mübadele tarzının kendisi de zaten bastırılanın geri dönüşüdür: göçebelikte var olan eşitliği, yerleşik toplumda (kabilede) koruma çabalarının ürünüdür.

Yani servet ve güç eşitsizliklerini önlemek amacıyla armağanlaşma ilkesiyle hareket eden kabile türü toplumlar (A tipi) Cumhurbaşkanının sandığı gibi ne kötü bir şeydir ne de bir devlet türüdür. Aksine devlet öncesi (mülk öncesi) yapılardır.

Burada vurgulanması gereken nokta, Karatani’nin analizinde bu dört tip mübadele tarzının tüm toplumsal formasyonlarda bir arada bulunduğudur. Örneğin, kapitalist toplumda (C tipi) hem karşılıklı armağanlaşma (A) hem de yeniden bölüşümcü (B tipi) mübadele tarzları mevcuttur, yalnızca baskın olan meta mübadelesidir. İnsanlar önce hayatta kalmak ve sonrasında bunun ötesine geçerek iyi yaşam sürmek amacıyla çeşitli bağlar kurarlar: aile, akrabalık, komünite bağları gibi.

Kapitalizm bu bağları tümüyle yok etmemekle birlikte gücünü zayıflatır, piyasa ilişkilerini bu bağlara baskın kılar. Başka bir deyişle, piyasacı olmayan çözümler kapitalist toplumda yoğunluğu düşük olmakla birlikte devam eder. Özellikle yerel ölçekte yaşam, mevcut dayanışma pratiklerine dayanır ve bu tarz mübadele tiplerinde para kullanılmaz. Bugün hala köylerde imece usulü yapılan işler buna örnektir. Komşularımız akrabalarımız, dostlarımızla kurduğumuz ilişkiler bir tür karşılıklılık ilkesi ile şekillenmiştir. Başka bir deyişle, ihtiyacımız olan şeyleri her zaman satın almayız ya da ihtiyacımızdan fazlasını her zaman satmayız. Armağan ederek veya armağan alarak maddi ihtiyaçlarımızı giderebiliriz.

Karatani halen içinde bulunduğumuz C tipi mübadele tarzını yani kapitalizmi, devlet-sermaye-ulus üçlüsünden oluşan bir düğüme benzetir. Bu üçlü ile Aydınlanma felsefesinin üç ideali olan eşitlik-özgürlük-kardeşlik arasında bir analoji kurar. Devlet, yeniden bölüştüren olarak eşitlik idealini, sermaye girişim özgürlüğünü, ulus ise kardeşliği temsil eder. Dahası, bunlardan devlet ve ulus ideolojik üst yapılar olmayıp, özerk bir konuma sahiptir. Yani kapitalist ekonomi yok olunca devlet ve ulus kendiliğinden sönümlenmez. Karatani’nin analizini özgün kılan başka bir unsur da budur. Bu üç halka öyle iç içe geçmiştir ki, kapitalizmden kurtulmak istiyorsak üçünü de kesip atmamız gerektiğini söyler kabaca. Yani eşit ve özgür bir hayat için sermayeyi alt etmek yeterli olmayacaktır.

DEVLET-SERMAYE-ULUS DÜĞÜMÜNDEN KURTULMAK GEREK

Türkiye örneğinde devlet-sermaye-ulus düğümünün son versiyonu AKP-MHP iktidarı şeklinde tezahür ediyor. Ulus-devletin oluşabilmesi için önce sermaye-devlet tesis edilmelidir. Çünkü sermayenin hizmetinde olan bir devletin yaratacağı eşitsizliğin neden olacağı toplumsal tepkiyi en aza indirgemek için biraz “kardeşlik” hissiyatına biraz da “zor” a ihtiyaç vardır o da “ulus” halkasıdır. Bu anlamda mevcut iktidarın AKP kısmı sermaye-devleti temsil ederken, MHP ulus-devleti imler diyebiliriz. İkisinin bileşiminden devlet kısmı güçlü bir düğüm ortaya çıkar ama buradaki devlet yeniden bölüşümcü rolünden çok yağmacı rolü baskın bir devlettir. Yağmanın günümüz versiyonu kamusal mallara çökülmesi şeklinde gerçekleşir. Sermaye-devletin (AKP) bu çökme eylemleri sırtını dayadığı ulus-devlet (MHP) aracılığıyla meşru kılınır. Bugünlerde çok tartışılan devlet-hükümet ayrımına belki de böyle bakılmalı. Dolayısıyla, önümüzdeki seçimlerde AKP-MHP düğümünden kurtulma ihtimalimiz vardır ama bu devlet-sermeye-ulus düğümünden kurtulacağımız anlamına gelmez.

Polanyi de piyasa ilişkilerinin genişlemesinin toplumsal huzursuzluğa yol açacağını düşünür ve ortaya çıkacak toplumsal tepki sonucunda bir “çifte hareket” durumunun oluşacağını söyler. Başka bir deyişle, bir yanda piyasa sisteminin genişleyerek hareket etmesi diğer yanda ise toplumun buna karşı kendini koruma mekanizmalarını geliştirme hareketi vardır. Bu anlamda, 2. Dünya Savaşı sonrasında hayata geçirilen refah devleti uygulamalarının, çifte hareketin ikinci ayağını kontrol altında tutmak üzere ortaya çıktığı söylenebilir. Yani devlet bir yandan kapitalist sistemin devam etmesini sağlamak üzere çalışırken bir yandan da toplumun bunun altında ezilmesini önleyecek politikalar hayata geçirmiştir. Hadi daha somutlaştıralım; devlet, bu dönemde sermaye ile emek arasında denge bulucu olmuştur.

AKP-MHP DAYANIŞMA PRATİKLERİNDEN KORKUYOR

1980 sonrasında devletlerin bu dengeden uzaklaştığını biliyoruz. Bunun sonucunun eşi benzeri görülmemiş eşitsizlikler ve ekolojik yıkım olduğunu da biliyoruz. 2019’da patlak veren Covid salgını bu iki sonucu da gözler önüne seren bir süreç oldu. Pandemi aynı zamanda bizlere devlet ve piyasanın acizliğini gösteren ve bu yüzden de bu ikisi dışında bir çözüm arayışına girdiğimiz bir dönemdi. Bu süreçte özellikle mahallelerde-sitelerde komşularımızla kurduğumuz mikro ölçekli dayanışma pratikleri insanın yaratıcılık ve kolektif eylem kapasitesini göstermesi bakımından önemliydi. Bir anlamda bastırılan şeylerin geri dönüşüydü, unutturulan hikayemizi hatırlamak gibiydi sanki.

Son yaşadığımız deprem felaketinde de devlet ve piyasanın dışında kalan çözümler bulduk. Fakat pandemiden farklı olarak bu süreçte depremin ortaya çıkardığı dayanışma faaliyetleri devlet tarafından engellenmekle kalmadı, devlet bizzat bunların üstüne çöktü: Depremzedelere ulaştırmak üzere gönderdiğimiz para karşılığında bize çadır sattı. Bir felaket anında bile kamusal hizmetlerin piyasalaşmasına şahit olduk. Karatani bunu duysa “B’nin içine C kaçmış” mı derdi bilmiyorum ama kesin olan şey, A tipini bastırmak için her şeyi deniyorlar. Çünkü AKP-MHP dayanışma pratiklerinden korkuyor. Piyasalaşmaya karşı alternatif yöntemler bulmak ve böylece daha özgür daha eşit bir geleceğin temellerini atma ihtimalimizden korkuyor.


Çiğdem Boz: 1978'de Tokat'ta doğdu. 1995 yılında İzmir Maliye Meslek Lisesi, 2000 yılında İstanbul Üniversitesi İngilizce İşletme Fakültesi'ni bitirdi. 2009 yılında "Amartya Sen ve Yetkinlikler Yaklaşımı" konulu teziyle Yıldız Teknik Üniversitesi'nden doktor ünvânını kazanan Boz, 2012 yılında kurduğu "İktisadi Düşünce Tiyatrosu" ile iktisadi düşünce tarihini tiyatro ile anlatmaya çalıştı. Türkiye iktisat tarihi ve iktisat eğitimine dair belgesel-filmler çeken Çiğdem Boz'un "İktisatçı" (2019) ve "İstanbul'da İktisat" (2022) isimli iki belgeseli bulunmaktadır. İktisadi düşünce, iktisat tarihi, dayanışma ekonomileri ve Aleviliğin ekonomi politiği konularında çalışan Boz, üç çocuk - üç evcil hayvan annesi olmasının yanında Fenerbahçe Üniversitesi Ekonomi Bölümü öğretim üyesidir.

Öne Çıkanlar