Biz gerçekten aslında neyi sürdürüyoruz ki!

Biz gerçekten aslında neyi sürdürüyoruz ki!
Tüm deprem toplanma alanlarının, sit alanlarının, askeri alanların ranta açıldığı ve rant üzerinden sermaye odaklı büyümenin öncelikli değer olarak ele alındığı şehirlerimizde biz gerçekten aslında neyi sürdürüyoruz ki!

Dr. Devran BENGÜ


“Sadece iyilik radikal olabilir, kötülük ancak aşırı olabilir!..”

Hannah Arendt

Sürdürülebilirlik kavramı 1987 Bruntland Raporu kapsamında kalkınma ekseninde gündemde popüler olmaya başlamıştı. Gelecek nesillerin ihtiyaçlarını karşılama imkanlarını yok etmeden tüketmeyi öğrenebilmemiz gerektiğini sanki yeni keşfetmişiz gibi gelişmiş ülkeler bu ülküye sarıldılar bir anda!

Peki o günden bugüne ne değişti acaba?

Başka bir ifadeyle gelecek nesillerin ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri imkanları ne kadar ve nasıl daha az tüketir olduk acaba? Yeşil enerji adı altında fosil yakıtları daha az kullanmaya yönelik teknolojik yatırımların arttırıldığı, teknolojilerin geliştirildiği genişletildiği, genelleştirildiği ülkeler mevcut… Amerika, Kanada, Avusturalya, Avrupa ve Kuzey ülkeleri başta olmak üzere pek çok ülkede bu yönde önemli atılımlar ve yaygınlaşan politikalar uygulandı uygulanmakta … Ancak sürdürülebilir kalkınmanın gerek ekonomik gerek sosyal gerekse de ekolojik boyutlarının küresel alanda her ülke için aslında ülkeler üstü bir holistik ilişki içerdiği göz ardı edilmektedir. Küresel ortamda ağır bedeller ödenerek yaşanan göçmen, istihdam, eğitim, adalet, hukuk, sosyal refah gibi sorunlar artarak devam derken, gelişmişlik ve refah düzeyleri gözetmeksizin herhangi bir ülkenin kalkınmasının sürdürülebilirliği için gerekli olan koşulların sağlanamayacağı ve hatta küresel ortamdaki yaşamın yok olma hızının da gittikçe yavaşlatılamaz olacağı ayan beyan ortada değil mi!

Biz yeterli olamayacağını da bilsek, yine de konuyu indirgeyelim ve bir de Türkiye açısından konuya bakmaya çalışalım… Konuya ülkemize çevirdiğimiz bir mercekten bakarak fotoğraf çekmeye çalıştığımızda, her bir fotoğraf karesinde dahi vahim gerçeklerle karşılaşacağımız da ortada değil mi? Kapitalizmin değişime odaklı temel değeri olan rantın toplumsal ahlakın tüm değerlerini ezip geçtiği ve toplumsal hafızanın silindiği bir kentin gündelik yaşamının tam göbeğinden çekilen her bir fotoğraf karesi… Size açıkça sürdürülebilir olmayan bir yaşamın fotoğraflarını sunuyor olmayacaklar mı?

Türkiye açısından sürdürülebilir kalkınma konusunda kitaplar yazılmıştır. Ormanlar, madenler, HES’ler, Mega projeler gibi sermaye paradigmasının yarattığı ve küresel değerleri aşırı tüketen ama ne yazık ki itibar olarak pazarlanan azman kapitalizmin aşırılıkları… Kapitalizmin kentsel planlama ölçeğinde zararlarını, yıkımlarını analiz eden değerlendiren pek çok araştırma mevcuttur. Ancak yine indirgemeci bir yaklaşımla konuyu ele alırsak, herhalde küresel boyuttaki yaşamın ekonomik, sosyal ve ekolojik olan her üç boyutu açısından ortaya çıkan zarar ve yıkımlarda en geniş anlamda sorumlu tutulabilecek temel meslek alanlarından en önde geleni inşaattır. İnşaat ile birlikte yine bir büyük diğer sorumlu meslek alanı da mimarlık. Bir diğeri ise şehir ve bölge planlamadır…

MİMARLIK KAPİTALİZMİN BİR ARACI OLMUŞTUR

Tabi ki bu meslek alanlarına bağlı olarak kamu yönetimi ve yerel idareler ile hepsinin ilişkili olduğu devlet politikaları ve bu politikaları uygulayan kurumlar da temel sorumlulardır. Ancak biz sürdürülebilir kalkınma konusu kapsamında daha da indirgemeci olarak mimarlığa bakmaya çalışalım… Zira Mimarlık mesleği sürdürülebilirlik ilkeleri bağlamında yaşam kalitesinin arttırılması ve küresel zararların azaltılmasına yönelik uygulamaları hayata geçirebilen de bir alandır. Ancak kentlerde sermaye paradigmasının hakimiyetiyle ortaya çıkan mekânsal örgütlenme dinamikleri mimarlık alanında da sürdürülebilirlik kavramın içinin boşaltılmasına neden olmaktadır.

Kavram içeriksiz kalamayacağı için kapitalizmin esas aldığı rant değeri odaklı pazarlama yaklaşımları üzerinden prestij algısı yaratan bir içerik ile algılanması kolaylıkla sağlanabilmektedir. Bu tabi ki bir süreç gerektirmektedir. Ancak uygulama ve işletme süreçlerinde çeşitli pazarlama yöntemleriyle amaçları açısından manipülasyon yapılabilecek kimi mesleki araçların manipülatif olarak sermayenin araçlarına dönüştürülmeleri bu süreci mümkün kılmaktadır. Nitekim yeşil sertifika süreçleri de maalesef pek çok başka ülke de olduğu gibi ülkemizde de bu yöndeki bir araçsallığın kurbanı olmuşlardır. Öncelikle Amerika ve İngiltere’de devreye sokulan yeşil sertifika sistemleri teknolojik gelişmelerle bütünleşik proje yaklaşımlarını özellikle önceleyen tasarım ve uygulamaları, mimarlığın temel etik ilkeleriyle birleştirmişlerdir. Önemleri bunları temel kriterlere oturtmuş olmalarından ve bu kriterlerin belli standartlara uygunluklarını ölçümleyebilen bir sistem oluşturmalarından kaynaklanır. Bu açıdan aslında çok değerlidirler.

Sürdürülebilirliğin anlamını bu meslek alanında sorgulatmak için mimarlık eğitimi alan bir kişiye ‘neyi sürdürebileceğini sormak’ gayet yeterli ve etkili olacak yalın bir sorudur aslında... İkinci dünya savaşı sonrasında mimarlık tarihinde bir ilk olarak Bauhaus ekolüyle, mimarlığın yaşam ve insan odaklı dinamikleri açısından ele alması gereken ilkeler bütünlüğü tanımlanmıştır. Sürdürülebilirliğin insan ve fonksiyon odaklı temel ilkeleri 1960’lı yıllardan itibaren mimarlık eğitiminde meslek ilkeleri olarak tedrisatta yer alır. Dolayısıyla yeşil sertifikalar bağlamında temel alınan ilkelerin pek çoğu mimarlığın temel ilkeleridir aslında… İnsan ve yaşam odaklı… Biz gerçekten aslında neyi sürdürüyoruz ki!

Aslında mimarlık, yerleşik düzene geçilmesinden beri kendi tarihi boyunca ikinci dünya savaşı sonrasına kadar olan süreçte içinde bulunduğu yaşam formlarında hâkim olan erkin hizmetinde olmuş olan bir meslek alanıdır. Doğası gereği mi böyle olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak bu ifadeyi doğrulayan bir gerçeklik olarak mimarlık kapitalizmin de bir aracı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir… Kapitalizm, küresel olarak hâkim güç haline gelmesiyle beraber dünyadaki savaşları kendi genişleme ve güçlenme süreçleri açısından bir araç olarak kullanır. Savaşların yarattığı yıkımlarda ortaya çıkan geniş inşaat sahalarıyla kapitalizm de küresel anlamdaki genişlemesini ya dengelemeye çalışır ya da güçlendirmeye…

Savaşların durulduğu ve kapitalizmin küresel bir güç haline geldiği 1980 sonrasında da Kapitalizm mega kentler ve mega projelerle küresel anlamda inşaat sektöründen yararlanırken ülkemizde de aynı araçları kullanmış bu da yetmemiş kentin çarpık yapılaşmasını da kendi hizmetine çevirmesini bilmiştir. Hatta bu da yetmemiştir…. Deprem gibi yıkıcı bir gücün arkasına sığınarak da bu hizmeti inşaat sektörü aracılığıyla kendi çıkarına yontmasını becermiştir… Nitekim kentsel dönüşüm adı altında yapılanların aslında binaların yeniden yapılandırılması olduğu, bunun rant değerlerinin arttırılmasına yönelik girişimlerden öteye gitmediği açıkça görülmüyor mu ki? Parsel bazlı inşaat sahalarının kentsel planlama ölçeğindeki stratejiler olmadan sürdürülebilir olması beklenebilir mi? Biz gerçekten aslında neyi sürdürüyoruz ki!

Bakırköy, Beşiktaş, Ortaköy, Üsküdar, Kadıköy, Karaköy, Kartal çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği semtler… Sarnıç kültürünü görebilmiş olan bir nesilden geliyorum. Yağmur suyu ve yer altı suyu depolama sistemlerini bilen binlerce yıllık bir kentsel belleğin sürdürülmesinin bekleneceği bir kültürden… Yıl 2000 yeşil sertifikalar ile yer altı ve yağmur suyu depolama yöntemleri karşımıza çıkıveriyor! Biz ise kentsel belleğimizi yitirmişiz... Ortaköy’de kentsel dönüşüm adı altında yeniden aynı yere dere yatağına yapılmış bir binanın sürekli su basan bodrumuna çözüm geliştirilmiş! Bahçeye özel tasarlanan mekanik aksam ile su kaldırımdan yola oradan da mazgala el sallayarak yolcu ediliyor… Biz gerçekten aslında neyi sürdürüyoruz ki!

İkinci dünya savaşı sonrası 1980’lere kadar olan dönem mimarlık ve şehircilik açısından çok değerlidir. İkinci dünya savaşı sonrasında öyle büyük bir yıkım vardır ki yaşam, insan ve mekân bağlamında ‘iyiliğin radikalliği’ üzerinde düşünülen tartışılan bir olgu olmuştur. İnsan ve yaşam odaklı değerlerin ilkelerle planlama disiplinlerinde ortaya konulmaya çalışıldığı bir ara dönem yaşanmıştır. Henüz küresel kapitalizmin ayak sesleri duyulmamıştır.

İyiliğin radikalliğinin dikkate alınabildiği yaşam biçimleri açısından irdelendiğinde, insanlığın birlikte barış içinde sürdürebildiği yönetim biçimi olarak dünya tarihinde bir tek demokrasi galip gelebilmiştir. Tabi ki bu bağlamda demokrasi ve kapitalizmin düalisttik ilişkisi ayrı bir tartışma konusudur… Ancak incelendiğinde demokrasinin önüne geçebilecek, uygulamada süreklilik kazanmış başka bir yönetim biçimini insanlık geliştirememiştir.

Demokratik yaşamın kamusallığın canlandığı ortamlarda iyiliğin radikalliği açısından sorumlu bireyler ortaya çıkardığı savunulabilmektedir. (Ülkemizde kamunun devlet olarak algılanıyor olması da ayrı bir kanayan yaramızdır! Ama bu da ayrı bir tartışma konusudur…) Nitekim demokrasisi köklenen ve gelişimini güçlendiren ülkelerde, kentsel planlama uygulamalarında bu sebepten insan odaklı yaklaşımlar ön plana çıkarmaktadır. Bu yüzden insan odaklı kamusal mekân planlamaları kentsel dinamikler açısından büyük önem arz eder… Ancak tüm deprem toplanma alanlarının, sit alanlarının, askeri alanların ranta açıldığı ve rant üzerinden sermaye odaklı büyümenin öncelikli değer olarak ele alındığı şehirlerimizde biz gerçekten aslında neyi sürdürüyoruz ki!

Sürdürebilirliğin radikal olabilmesi, köklerinin olması gereklidir. Ülkemizde radikal kelimesi sıfatı olduğu tamlama grupları dolayısıyla maalesef yanlış bir algı ile aşırılık tanımıyla tümden eşdeğer tutulmaktadır. Oysaki radikal olan bir sürdürülebilirlik aynı zamanda tutarlılık, çelişmezlik, devamlılık gerektirmektedir. Bunun için de doğayı örneklemeli, insanı ve her türlü yaşamı odağına almalı, toplumsal hafızayı dikkate alarak dayanışmayı güçlendirmelidir. Yaşam odaklı köklü ilkeleri sadece ekoloji değil, sadece ekonomi değil aynı zamanda sosyal refah ve sosyal adalet kapsamında da yapılandırarak temel değerleri toplumun her kesiminde kalıcı değerler haline getirmelidir.

Radikal kelimesinin sürdürülebilirlik ile olan ilişkisini anlamak adına Kaz dağlarında, Edremit’e bağlı Tahta kuşlar köyü etnografya müzesine yolu düşen herkesin müzeyi ziyaret etmesini öneririm… Yerel müzede sergilenen ve yerel kültürel belleğin taşıyıcısı olan Türk çadırı kendi dönemi koşulları ve aslında halen geçerli olan teknolojisi açısından sürdürülebilirlik bağlamında ele alınmayı ve irdelenmeyi gerektirir. Toplanıp kurulma imkânı veren yapısal formu ve dönemine dair teknolojisi oldukça radikal çözümler barındırmaktadır. Bu radikal çözümler günümüz teknolojisinde geliştirilmeye de çok açıktır… Hele ki deprem alanları düşünüldüğünde… Bu radikallik çadırın ortalama üç nesillik bir ömür sürdürebilmesine de imkân vermektedir. Bu aynı zamanda kendi dönemi için odağına insanı alan bir yaşam formudur da aslında… Hizmetinin sürdürülebilirliği kanıtlanmıştır ama biz onu günümüz teknolojileri ile geliştirerek hizmetinden yararlanabileceğimiz yeni mekânsal araçların geliştirilmesinde kullanmayı akıl edemiyoruz maalesef! Bu aleni olarak toplumsal hafızanın da kaybıdır aslında... Biz gerçekten aslında neyi sürdürüyoruz ki!

RADİKAL SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK ESAS ALINMALI

Günümüzde mekânsal örgütlenmenin değişim değerine endekslendiği kentlerdeki gündelik yaşamlarda, toplumsal ahlakın insan ve yaşamdan köklendiği değerlerini yitirmesi kaçınılmaz bir son olarak karşımıza çıkmaktadır. Demokrasinin az geliştiği ülkelerde bu değişim çok hızlı bir şekilde kabul görür. Zira kamusal özne ve kamusallık gelişmemiştir. Kamusal mekân planlamaları da bu şartlarda etkili olmaz ve değer kazanamaz. Hatta ülkemizde olduğu gibi görünmez olmaya mahkûm olur... Sadece noktasal olarak bina tasarımlarıyla öne çıkan günümüz mimarlığı planlamadan planlama da kamu yönetiminden ayrışmıştır. Sosyoloji ise kendi başına yürüttüğü araştırmalar ile önemli bulgular ortaya çıkarırken kentsel yaşam dinamikleriyle uygulamada etki sağlayacak çözümlere imza atamamaktadır. Gerek ülke çapında gerekse de küresel çerçevede sürdürülebilir yaşam biçimlerinin gerçeklik kazanabilmesi, kentsel belleği, toplumsal hafızayı dikkate alan, insanı ve yaşamı odağında tutan multidisipliner ve interdisipliner çalışmalara kesinlikle ihtiyaç duymaktadır.

Geliştirilecek yöntem ve yaklaşımların ve modellerin radikal bir sürdürülebilirliği esas alması gerekir. Radikal sürdürülebilirliğin tanımlanabilmesi ise ayrı bir tartışmanın konusudur… Ancak mimarlığın kendi tarihsel sürecinde deneyimlemiş olduğu ve kültürel bellekte var olan fonksiyon ve insan odaklı değerlerin ortadan kalktığı günümüz dinamiklerinde, rant değerini prestij değerini önceleyen alansal büyüklükler, gösterişi ön plana çıkaran kabuk ve formlar ile her ne yaparsak yapalım, hangi teknolojiyi kullanırsak kullanalım kesinlikle sürdürülebilir olmayacaktır!... Biz gerçekten aslında neyi sürdürüyoruz ki?


Dr. Devran Bengü: Saint Benoit Fransız Lisesi mezunudur. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesinde tamamlamıştır. Yüksek lisans eğitimini Yapı Anabilim Dalında yeşil bina sertifikasyonları üzerine yapmıştır. 2017 yılında tamamladığı doktora çalışmasında sürdürülebilirliğin toplum ve kent ilişkilerine dayalı boyutuna yönelmiştir. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Şehir Bölge Planlama bölümünde kamusal alan ile kamusal mekân ilişkileri ve tiyatrolar üzerine çalışmıştır. 2012-18 yılları arasında Aydın Üniversitesi, Kocaeli Üniversitesi ve İstanbul Arel Üniversitelerinin Mimarlık Fakültelerinde öğretim görevlisi olarak yer almıştır.

Öne Çıkanlar